10 Eylül 2019 Salı

TOPLUMSAL CİNSİYET KİMLİKLERİNİN DOĞALLAŞTIRILMASI ÜZERİNE



2019’un Ağustos ayında Gazete Duvar’a[1] da yansımış olan ve aslen sosyal medyada ve internet sitelerinde devam eden feminist tartışmanın temeli nedir? Söz konusu temeli anlamak için, transaktivizm içerisinde yaygınlaşmış sloganların kaynağı olan tek bir fikre bakmamız gerekir. Bu fikir ve ona dayanan argüman, bence, transların haklarını ve hatta ataerkillik, heteronormativite veya ikili cinsiyet düzeni olarak üretilen iktidar yapıları altında ezilen grupların haklarını savunmak için elzem değildir. Hatta tam tersine, cinsiyet temelli tahakkümü güçlendirmesi sebebiyle, transaktivizm ile feminizm arasında bir ortaklık kurulması için bu argümanın aşılması gerekmektedir. 
 
Bu tartışma esnasında hep etrafında dolaşıldığı halde sorun olarak görülmemesine çok şaşırdığım bir konu var: doğallık. Kelime doğrudan kimse tarafından kullanılmıyor; ama ona dolaylı göndermeler bulmamak da mümkün değil. Transaktivizmin tamamını tartışmayacağım, sadece herkesin doğuştan toplumsal cinsiyet kimliği olduğu iddiasını ele almak istiyorum. Doğadan başlamayı zorunlu kılan bu kavramda insan merkezciliğin kibri var. Neden bunu söylüyorum? Ataerki, ikili cinsiyet rejimini kendisini meşrulaştırmak için kurmuştur. Cinsiyet kimliklerinin doğuştanlığını ve cinsiyetin doğallığını savunmak, insana özgü toplumsallaşmanın dahi doğallık üzerinden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Toplumsal iktidar ilişkilerini meşrulaştırmak için ilişkiye girenlerin statülerinin doğallaştırılması, doğanın insanmerkezci bir bakışla ele alındığını gösterir. Zira böylece evrendeki başka varlıklar ile aramıza doğal olduğu iddia edilen bir katman ilave edilmiş olur ve sadece insan sosyalleşmesine özgü bir durum varlığa içkin kabul edilir. ‘İnsanmerkezciliğe içkin kibir’ derken kast ettiğim budur. Ancak bu yazıdaki amacım, doğanın haklara erişmenin meşru gerekçesi olarak sunulmasını tartışmak olduğu için, insan merkezcilik sorunu üzerinde daha fazla durmayacağım.

             Her ne kadar fertlerin hür iradesi olduğu ve bu hür irade kapsamında ‘sorumluluklandırılmaları’[2], aslında toplumsallaşmanın başlangıcıyla eş zamanlı sayılabilse de, bunu kurumsallaştıran modernitedir. Modernitenin hukuk tahayyülünün temelini kartezyen zihin-beden ikiliği oluşturmuştur. Bu zihin-beden ikiliği de; zihinde doğal olmayanı, toplumsalı, hür irademizi; bedende ise doğallığı ve kontrolümüz dışındakini bir araya getirmek suretiyle ‘insan’ı kurar. İşte bu ikicilik bağlamında, “doğal olan” sorumluluğumuz dışında olduğundan modern hukukun dışında bırakılması meşru görülmüş; ama elbette, neyin doğal olduğu ise zamana ve mekana bağlı olarak günün iktidar ilişkileri çerçevesinde tekrar tekrar tanımlanmış ve değişmiştir. Siyasal ve toplumsal iktidar ilişkilerinin bir yansıması da ‘epistemolojik baskı’ olarak böylece kendini göstermiştir. Muktedir, etkin bilgi üretimini, yani ortak kaynaklara erişimi ve bilgiyi ikna edici bir şekilde sunma yetisini denetlemiş ve doğalın ne olup olmadığını saptayarak modern hukuk kapsamında fertlerin sorumluluklarını çizmiştir.

           Meşru olan ile olmayan arasındaki sınırlar da bu ‘doğal olan’ çerçevesinde belirlenmiş olduğu halde, direnen grupların kimi kazanımları bazen iktidarı dönüştürmüş ve ayrıca, iktidar da zamana ve mekana göre kendini değiştirmiştir. Bir örnek vermek gerekirse, Anglosakson dünyada kendini “born this way” sloganıyla gösteren ve ülkemizde ise “yönelim/tercih” tartışması biçiminde eşcinsel haklarıyla ilgili kampanya da, iktidarın, sınırlarını kendisinin çizdiği ve meşrulaştırdığı doğallık ekseninde sıkıştırılmasıdır. Burada ‘muktedir’e (bu terimin yerine burada ‘heteronormatif ikili cinsiyet rejimi’ koyabiliriz) ‘bu alanı düzenlemeyemezsin veya sınırlayamazsın’ denmemekte; eşcinselliğin de bir “yönelim” olduğu ve bu bağlamda “doğal” olduğu için korunması gerektiği söylenmektedir. Gerçekten de, bu cinsel yönelimin doğuştan gelmesi fikri, bu fikrin kitleselleşmesine çok büyük alan açmaktadır. Bu argüman ile karşılaşan kişiler doğru bilginin nasıl üretildiği, kişiyi oluşturan şeylerin varlığı veya bu argümanın meşruluğu hakkında bir karşı çıkış veya çelişki ile karşılaşmamaktadır. Tercih değil, yönelim argümanı, sadece burada neyin doğal veya hür irade olduğu konusunda yanlış bir kategorizasyon yapıldığını iddia eder. Bu anlamda gerçekten etkili olduğunu gördüğümüz bu savın geçtiğimiz on yıllarda hem ülkede hem de özellikle batılı dünyada nasıl dönüştürücü bir etkisi olduğunu pekala görebiliriz; ama bir yandan da giderek “Velev ki tercih!” diyebilme gücümüzü bu sav ile kaybetmekteyiz. Fertlerin cinsel ve/veya romantik olarak arzuladığı kişilerin belirleniminin tercih değil yönelim iddiasında bulundukça, hem cinsel ve romantik ilişki kurmanın doğallığını kitleselleştiriyoruz, hem de bunun doğal olduğuna dair anlatıyı daha da büyütüyoruz. Bu anlatı ile doğallaştırmaya katıldıkça iktidarın bu alandaki söz hakkını da, zımnen de olsa, kabul ediyoruz. “Velev ki tercih” demediğimiz her an; “heteronormativite toplumsal inşa” diyemiyoruz, Netflix’ten çok daha önce -çocuk masallarından, büyük masallarına- anlatılar heteroluğa özendiriyor diyemiyoruz.
           “Born this way” argümanı ile; hem heteronormativitenin temellerindeki ikili cinsiyet rejimi, eşcinselliğin doğal olduğu iddiası ile farklı bir varoluş imkanı sağlanarak daha da güçlendiriliyor, hem de ikili cinsiyet rejiminin doğallığı iddiasının kapsadığı alan, bu sağlanmış olan farklı varoluş imkanı ile daha da büyüyor. Bu doğallık iddiasının bir başka görünümü ise günümüzdeki transaktivizmin önde gelen argümanı, “doğuştan gelen, herkesin içinde olan, subjektif bir his olarak toplumsal cinsiyet kimliği” ile oluyor. Bu aslında transaktivizm yapılırken söylenen argümanlardan sadece biri. Bütün transaktivizmin bu iddiayı savunduğunu söylemiyorum; ama şimdi yapılan tartışmanın aktörlerinin söyleminde başat rol üstlenen bu iddia iken Anglosakson dünyada da şu an en yaygın söylemlerden biri yine bu iddiadır. Bu iddianın yönelim konusunda belirtildiği gibi bilginin neliğini veya varlığın nasıllığını tartışmaması yahut sorgulamaması bu kadar çabuk ve kolay kitleselleşmesini sağladığı söylenebilir. Ayrıca hem yönelim hem de doğuştan sabit cinsiyet kimliği iddialarının ikili cinsiyet rejimi üzerine sorgulamaları da, yine yukarıda sunulan bağlam üzerinden düşünüldüğünde, sınırladığı ifade edilebilir. Bu yaklaşımın iddiasına göre, toplumsal cinsiyet kimliği doğuştan ise modernitenin kurumsallaştırdığı hür irade alanında olamaz ve “doğal” olduğu için de korunması gereken bir haktır.
            Bu kurama göre; kişiler: “Bende doğuştan gelen böyle bir his yok” diyemezler. Bunu söyleyebilmeleri atanmış cinsiyetleri ile uyumlarından gelen ayrıcalıklarından kaynaklanır. Eğer doğuştan gelen sabit cinsiyet kimliği olmayan kişiler olsaydı bunun doğallığı sorgulanabilir olacaktı. “Agender” ya da “genderfluid” gibi kimliklerin sabitliğin veya ikili cinsiyet rejiminden üretilen spektrumun dışında kalan ve yine doğuştan hissedilebileceği belirtilen toplumsal cinsiyet kimlikleri olduğu belirtilse de, bunların hepsinin ortaklaştığı kısım bu kimliklerin de sabit ve doğuştan olduğu ve kendilerini de yine ikili cinsiyet rejimi üzerinden üretilen bir spektruma göre tanımladıklarıdır. Ayrıca bir kişinin beyan ettiği kimlik her değiştiğinde bunun geriye doğru bir etkisi olur ve aslında doğuştan beri o yeni beyan ettiği kimlik onun olmuş olur. Herhangi bir an itibariyle beyan ettiği kimlikten önce sınırsız sayıda farklı kimlik beyan etmiş olabilir; ama bunlar hissettiği şeye denk gelen kavramı bilmediği veya bu kavramsallaştırmayı yapamadığı için düştüğü bir hata olarak addedilir ve o an verdiği beyan her zamanki beyanı haline gelerek, eski beyanlarını iptal eder. Toplumsal cinsiyet kimliğini hissetmeme şansı olmayan ve hissedilmesinde de değişiklik olamayan; ama hatalı adlandırılabilecek kadar sabit bir şey olarak tanımlanması toplumsal cinsiyet kimliğinin toplumsal alanın dışında olma zorunluluğunu doğuruyor. Eğer toplumsal alanın dışında olmasaydı, böylesine bir sabitliği olamazdı. İkili cinsiyet rejimine dayanarak kurulan bu cinsiyet kimlikleri spektrumu kullanılarak kişilerin doğdukları anda sabit bir cinsiyet kimliği kadın/erkek ikiliğine sınırlı değildir deniyor; ama üretilen şey spektrumun bu ikili cinsiyet rejimi üzerinden kendini var ettiği gözden kaçırılıyor. Yani diğer bütün kimliklerin varlığı da yine kadın/erkek ikiliğinin zaten var olmasına bağlı kalıyor. Kadın ve erkek ikiliğinin iki uç olduğu bir spektrum ile üretilen bu çoklu kimlikler, sadece bu ikilik var olduğu halde olabildiğinden; aslında bu spektrum ikili cinsiyet rejimine meydan okumayıp ona yeni bir var olma biçimi sunarak güçlendiriyor.
             İkili cinsiyet rejiminin yukarıda anlatıldığı şekliyle güçlendirilmiş bu yeni biçiminin doğallık iddiasını kendisine katan bu toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan itibaren var olan ve içten gelen bir his olduğu argümanı, doğuştan gelen bu şeyin ne olduğuna verdiği cevapta yine kendisine gönderme yapar. Bu argümanın cinsiyet kimliği tanımında yine cinsiyet kimliği geçer. Üstüne kişilerin bu tanımda yer aldığı şekliyle içlerinden gelen bir cinsiyet kimliği hissinin olamayacağı iddiası üzerinden, cinsiyet kimliğinin ne olduğunu anlamak en azından toplumsal alanda mümkün görünmemektedir. Tanım açıkça “toplumsal cinsiyet kimliği, kişinin içinden gelen toplumsal cinsiyet hissidir” demektedir. Hal böyle olunca da cinsiyet kimliğinden bahsedilirken sanki aşkın bir varlığı olan bir şeyden söz edilmektedir. Şöyle ki, eğer bu iddia edildiği gibi herkeste olan bir şey ise ve yukarıda açıklandığı üzere bu hissedilen şeyin toplumsaldan bağımsız olması gerektiği düşünüldüğünde; yeryüzünün ve toplumun dışında kendiliğinden varlıkları olan bu spektrum içerisinde sınırsız sayıda cinsiyet kimliği vardır. Her ne kadar sonsuz miktarda olsa da, hepsi tek tek sabittir; çünkü kişinin doğduğu andan itibaren sahip olduğu bir şey olmasının başka bir imkanı olmadığı gibi, toplumsal olandan ayırmadan da doğuştan var olamaz. Burada düşülmesi gereken bir not da spektrum ve sonsuz sayıda cinsiyet kimliğinin ikili cinsiyet rejimini yıkmadığı, beslediğidir. Spektrumun kendisi iki karşıt olarak zaten kurulan kadın ve erkek arasındadır. Bir tarafında en erkek, diğer tarafında en kadın olan spektrumun içinde veya bu ikilik üzerinden tanımlanan konumlarda hareket edebilme imkanı tanınan kişilere; bu spektrum içinde sabit duramama zorunluluğu gelmektedir. Bu düşünüldüğünde, söz konusu spektrumu var eden şeyin ikili cinsiyet rejimi olduğu görülür. Spektrum, ikili cinsiyet rejimi olmadan var olamaz ve ikili cinsiyet rejimine yeni bir varoluş imkanı sağlar. Bunun ürettiği soru o halde şudur: “Eğer cinsiyet kimliği toplumsaldan bağımsız ve aşkın olmasa kişi nasıl buna nasıl doğuştan sahip olabilir ve/veya subjektif olarak içinde hissedebilir?”

             Toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olan ve kişinin subjektif olarak içinde hissettiği fikrinin doğallık kaynağını aşkından alması, ayırıcı özelliği meşruiyetin yeryüzünden gelmesi olan modern siyasette meşru bir fikir olmadığı pekala söylenebilir; ancak modern siyasal iktidar böyle esnemelere zaten kapısını çoktan aralamıştır. “İnsan onuru” gibi aşkın bir göndermesi olan “İnsan hakları” nasıl meşru görülmekte ise, bu aşkın kaynaklı doğallık iddiaları da kendine yer bulur. “Ulus miti” gibi modern egemenliği meşru kılmak için üretilen ezelilik ve ebedilik anlatıları, zaten bu aşkın göndermelere kapı aralandığından beri kendilerine yeniden daha güçlü şekilde yer bulmakta ve günümüzde aşkın olana yönelen kitleselleşmiş siyasi hareketleri tekrar güçlenmiş olarak görmekteyiz. Günümüzün milliyetçiliğinin ifadelerine bakılırsa yüz yıl öncesinden farklı olarak aşkın kavramlara ne kadar daha çok gönderme yapıldığını fark edebiliriz. Modernite, egemenliğini meşrulaştırmak için kurduğu sabit ezeli-ebedi mitlerin tuzağına(ulus miti gibi) kendisi düşmektedir (Bu paragraf anlam alanı aşırı genişletilerek artık hiç bir anlama gelemeyen o ünlü kelime, “Neo-liberalizm”i yazmayarak ücretsiz solcu puanlarının kaçırıldığı yer).

            Cinsiyet kimliğinin insanların içinden gelen subjektif bir his olduğu iddiası ile de ulusun modern inşası gibi bir anlatı kurgulanmakta. Bu kimlikler, modern siyasi iktidarın egemenliğinin meşruiyetinin geldiği yer gibi ezeli ve ebedi olmaları üzerinden kutsanmaktadır. Aşkına atıf yapan bu görüşün diğer ifadelerinde de yeryüzünden olmayanla meşruiyetini kuran pre-modern düşüncenin diğer birçok yöntemi de görülmektedir. Bu örneklerden belki en barizi din gibi hareket ettiği cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğunu savunanlarda da görülmştür. Feminist düşüncedeki “karşılıklı öğrenme”nin yerine cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu ve içten gelen bir his olduğu argümanını savunanlar tarafından “öğreticez” konmuştur. Bu öğrettikleri kişilerin aslında neyi bilip, neyi bilmediklerini bile “öğretenler” çok daha iyi bilmektedir. “Öğretenler”in bilgisi toplumunun dışında bir varlığı olduğundan kutsaldır ve bu bilgi ile medeniyet daha “ileri”ye taşınacaktır. Geleceğin ve tarihin doğru tarafında olmanın bilgisine sahip olduklarından, bu bilginin önceden sahibi olan kişiler olarak kendilerini bu bilgiyi bilmeyen kişilere göre daha yukarıda konumlandırdıklarından ilişkilerini de bu yukarıdan bakışla kurarlar. Bu şekilde ilişki kurulduğunda, cinsiyet kimliğinin aşkın bir varlığı olduğunu ileri sürenler, kadınları aşağılarken sıkça kullanılan “kezban” deyimi gibi sürekli sınıfsal, entelektüel ve çeşitli şekillerde aşağılamayı o kutsal bilgiyi sloganlarla tekrar ederek öğretecekleri kişilere hitap ederken kullanırlar. Toplumsal cinsiyet kimliklerinin aşkın bir sabit olduğu düşüncesine samimi şekilde inanan insanların; var olduğunu kabul ettikleri aşkına inançlarını tek doğru bilgi olarak görmesinde, bunu herkese yayması gerektiğini düşünmesinde ve buna inanmadığı için kendilerinden aşağı gördükleri bu kişilere bilgilerini öğretecek olmasında aslında şaşılacak bir şey yoktur. Kolonyal güçler de diğer coğrafyalara medeniyet götürdüğünü söylerken bir yandan cizvit misyonerler, sömürülen coğrafyalardaki o kişilere yardım ettiklerine samimi şekilde inanarak, Hristiyanlığı öğretiyordu. Toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştanlığını savunanlar, ileri ve yeninin kutsal bilgisine sahip olduklarından ve gelecek düzenin temsilcileri olduklarından karşılarındaki insanların eski rejimden kaynaklanan ayrıcalıklarını(akademisyenlik gibi) ön plana çıkarmaları; söyleneni sırf söyleyen kişinin konumu üzerinden yok saymaktır. Medeniyeti getiren misyonerin kabilenin eski büyücüsünü geri kalmanın sebebi olarak görmesinde ‘kesişimsellik’ nerededir?

           Aşkın olan, toplumsalın dışında kendini var ettiği için aşkına dayanan düşünce de pekala toplumsalın dışından gelen göndermelerle konuşulur. Tartışan tarafların kimisinin akademisyen kimliği üzerinden yapılan “teori ve pratik ayrımı” iddiası da aslında bundan bağımsız değildir. Gerçekten de pre-modern bir düşünce kendini sıklıkla bu ayrımın ortasında bulur; çünkü bu düşünce bilgisinin gerçekliğini iddia ederken yeryüzüne değil, aşkına atıf yapar. Halbuki modern düşüncenin ayırıcı özelliği, ilgili düşüncenin meşruiyetini aşkından değil, yeryüzünden almasıdır. Ne de olsa modern düşüncenin doğuşu, iktidarı göklerden yeryüzüne indirme ile gerçekleşir. Yine bu aşkına dayanmanın bir sonucu olarak, toplumsal alanda geçerli argümanların kurulmasına gerek yoktur. Aşkın olanın gerçekliği zaten yeryüzünde değildir, burada tartışılamaz. Tanrının varlığı nasıl verili bir bilgi ve onun varlığından yahut emirlerinden sual olmaz ise, burada da sırf aşkın varlığı olduğu için sorgulanamayan bir varlık olarak cinsiyet kimliği ile karşı karşıyayız. Aşkına ilişkin sorgulayamama bir yasak şeklinde kendini göstermez. Aşkın bir varlığı olan bir şey zaten varlığına içkin olarak sorgulanabilir bir niteliğe sahip değildir; çünkü sorgulama davranışına konu olamaz. Buna bağlı olarak argümanlar yerine daha çok slogan kullanıldığını cinsiyet kimliklerinin doğuştan olduğunun iddia edilmesinde görüyoruz. Tıpkı bir kökten dinci -doğru veya yanlış olarak- tartıştığı sırada argüman oluşturmak yerine, “Bak kutsal kitapta yazıyor” der veya bir argüman kurarsa ve bunun atfı zaten o kutsal metine olursa; burada da aynı şekilde zaten sabit bir gerçeklik olduğu önceden kabul edilmiş ve tartışılamaz olana atıf yapan sloganlar ya da bunu tartışmanız halinde dahi geçerli olmayacak argümanlar kullanılır. Ortada bir önkabul vardır ve bu kabul dışına çıkılamaz. Çıkılabildiği anda zaten konuşulan şey yeryüzüne indirilecek ve kutsallığını, aşkınlığını yitirecek olduğundan başka bir şey konuşuluyor olacaktır.

             Cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu iddiasında da, yukarıdaki din örneğini gibi var olan önkabul toplumsal cinsiyet kimliğinin kendinden menkullüğü ve sabitliğidir. Halbuki cinsiyetin bir toplumsal inşa olduğu gerek feminist gerek queer teorinin içinde nicedir söylenegelir. Çoğunlukla burada bir anlam karmaşası başlıyor. Bir şeyden “toplumsal inşa” olarak bahsedildiğinde “sözde” olduğundan yahut “maddi olmadığından” değil, tam tersi aslında ne kadar gerçek olduğundan toplumsal olduğundan ve yeryüzünde olduğundan bahsediyoruz. Üstüne bu kavramı “doğal olan”dan ayırıp, siyasal ve toplumsal bir alana sokmuş oluyoruz. Toplumsal inşa olduğu söylenebilen bir başka kavram olan milleti/ulusu düşünelim. Kurumsallaşmış siyasi iktidarın coğrafi sınırları içindeki kişileri ortaklaştırmak için ürettiği mitlerle ezeli ve ebedi olarak kurduğu bu anlatı, fiili hayatla doğrudan doğruya çelişen soyut bir millet atar ortaya. Bunun soyutluğu üzerinden, bunun sözde olduğunu iddia ederek, argüman kurulduğunda ise etnik ayrımcılığa karşı kör bir pozisyonda kalırız. Tam tersi olarak ise tolumsal inşanın bir gerçeklik olduğu bilgisi ile etnik ayrımcılığı görebiliriz. “Bunlar hep toplumsal inşa ya” derken aslında, bu gerçekliğin olmadığını iddia etmek ezilen ulusun uğradığı ayrımcılığı yok saymak olacak olduğundan, buradaki ezen-ezilen ilişkisini de yok saymış oluruz. Yok sayarak da bu ezen-ezilen ilişkisinin yıkımına dair politika üretmek pek tabii olarak mümkün olmayacaktır.

              Queer politikanın oldukça ilgilendiği bir başka toplumsal inşa olan engellilikten bahsedersek, ulus üzerinden verileceklere göre daha net örneklendirilebileceğini düşünüyorum. Bedenlerinin “normal” görülenden farklılığı üzerinden yapılan ayrımcılıkları bu toplumsal inşayı oluşturan maddi gerçeklikten ayrı düşünemeyiz. Engelliler üzerinde kurulan tahakkümde araçsallaştırılan motifleri eril tahakkümde veya etnik tahakkümde de pekala görebiliriz; masumiyet, meleklik, muhtaçlık gibi. Bu tahakkümün bir parçası olarak mekanların bedensel farklılıklara göre tasarlanmaması veya kurumların erişilebilirliği hesaba katmayan uygulamaları gibi madden karşılığı olacak şekilde bu kişilerin hayata eşit ve özgür katılımı ya engelleniyor ya da zorlaştırılıyor. Bu ayrımcılığı üreten şey, bedensel farklılık değil, toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenişidir demek toplumsal inşacı bir konum almaktır. Bu bedensel farklılıkları yok saymak değil, tam tersi onları görmenin söylemini üretir ve bu sayede bunla mücadele edebilecek bir siyaset alanı açar.
Belirli bir bedensel farklılık için ise farklı bir kavramlaştırma konusu; cinselliğe ilişkin fark. Bu konuda öylesine doğallaştırılmış bir tutum var ki, interseksler buna çok bariz bir örnek oluştururlar. İntersekslerin bedenleri, hangi ameliyatın kolay olacağı gibi akıl almaz sebeplerle uygulanan tıbbi müdahaleler ile ikili cinsiyet rejimine uygun hale getirilmeye çalışılır. Cinsel fark, yukarıdaki engellilik örneğiyle paralel şekilde normal insan olarak görülen erkek bedenden sapan bedenler üzerinde kurulan tahakkümü üreten maddi gerçekliktir. Bunun üzerinden toplumsal olarak inşa edilen patriarka ise kendi meşruiyetini güçlendirmek için heteronormatif ikili cinsiyet rejimine dayanır. Queer’in, belki de, en yaygın özetlendiği şekli olan “kimliksizleşme” ise zaten bu farklılık üzerine odaklanmadan fiilen mümkün olabilecek bir şey değildir. Bu toplumsal olarak üretilen eşitsizliğin çözülmesi ise bedenin kendisinden ayrı değildir. Bu anlamda queer maddi olanı reddetmez, tam tersi bunun üzerine bina edilebilir. Feminizmde ise zaten “kadın doğulmaz, kadın olunur” denirken de bu şekilde toplumsal olarak inşa edildiğinden bahsedildiğini anlamaktayım. Bu bağlamda kromozomların, genlerin, cinsel organların kadınlığı veya erkekliği toplumsaldır. Kendiliğinden kadın cinsel organı olamaz. Toplumsalın dışında bu kavramlar yoktur; çünkü bu bedensel farkı “cinsel fark” olarak kuran ve buna bağlı bu kimlikleri üretenler de toplumdur. Cinsel organlar maddi gerçeklerdir; ama toplumsal ve tarihsel bir bakış açısı içerisinde anlamlandırılırlar. Bu anlam maddi ilişkiler ile üretilen cinsiyetler arası hiyerarşi, yani patriyarka tarafından üretilmiştir. 
 
              Feminizmin ve queer’in cinsiyet kimliklerini toplumsal görmesine karşılık olarak, yukarıdaki bahsedilen toplumsal cinsiyet kimliklerinin doğuştan olduğu argümanı zorunlu aşkınlığı sebebiyle toplumsal alanda cinsiyetin varlığını kabul edemez. Burada cinsiyetin ne olduğuna dair bir temel çatışma, aynı düzlemde konuşması mümkün olmayan taraflar ortaya çıkarmaktadır. Bir başka çatışma da aşkına gönderme yapan ve yapmayan cinsiyet kimliği tanımlarının neyin kadınlık/erkeklik olduğuna dair anlayışlarının farklılığından doğmaktadır. Gerçekten de kadınlık/erkeklik kendinden menkul kimlikler ise “kadın kromozomu” ya da “erkek cinsel organı” dendiğinde bu tanımlamalar da toplumsalın dışına çıkarılacaktır. Cinsiyet kimliğinin içeriden gelen subjektif bir his olduğuna samimi bir şekilde inanan insanlar, ister istemez feminist veya queer söylemden başka şekilde bunu anlayacaktır; çünkü cinsiyet kimlikleri burada adeta sesteş kelimeler haline gelmiştir. Kadın, erkek veya diğer cinsiyet kimlikleri başka anlam alanlarını göstermektedir. Feminist ve queer söylemin karşısında, toplumsal cinsiyet kimliğini aşkın bir yerde tanımlayanlar, aşkın tartışılamayacak bir konumda olduğundan ve aşkınlık içkin bir kutsallık ürettiğinden; kendini inancı yok sayılan biri olarak görür. Bu inancına, dolayısıyla da kendisine bir saldırıdır. Feminizm ve queer içine tıkıldığımız mavi ve pembe kutuların toplumsal olduğunu ve onların içinden çıkmamız gerektiğini savunurken, toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğunu iddia edenler bu kutuların doğallığını ve herkese uygun sınırsız sayıda kutu olabileceğini söylemekte, bu sebeple aynı bağlamda dahi buluşulamamaktadır.

             Cinsiyet kimliğinin toplumsal inşa olması toplumsal cinsiyet kimliği doğuştandır iddiası ile şu şekilde taban tabana zıtlaşır. Kimse için doğuştan basketbol oyuncusu demeyiz. Bir kişinin uzun boylu olması, çevik olması, kas gelişimi vs., gibi bir şekilde basketbol oynamaya yatkın özellikleri pekala olabilir. Bu benzer özelliklerin,yine bu özelliklerin fayda sağlayacağı diğer alanlarda da başarılı olma ihtimalini arttıracağı pekala söylenebilir. Yalnız toplumsal bir olgu olarak basketbol ve basketbolcu olmak doğuştan sahip olunabilecek veya hissedilebilecek bir şey değildir. Yukarıda verilmiş etnisite ve engellilik örnekleri için de pekala doğuştan gelen bir his olmadığı söylenebilir, cinsiyet kimliği de bundan azade değildir. Siz hiç “Ben kendimi doğuştan Japon hissediyorum ve bu subjektif hissimin siyasal alanda korunması gereken bir hak olduğunu düşünüyorum.” diyen biri ile karşılaştınız mı? Toplumsal olanın fertlere etkisi maddi hayatta olur ve iktidarın davranışları karşısında dezavantajlı gruplar, normlara aykırı olanlar bunu içlerinde gayet subjektif olarak ve fazlasıyla hissederler; ancak bunun toplumsalın dışında bir kendiliğindenliği olmadığı gibi, aksine toplumsal hayatın ürettiği statülerin sonucudur.

             Eğer cinsiyet kimliği subjektif ve kişinin içinde hissedilen bir şey ise dışarıya yansımasının tek ölçütü beyandır. Toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu düşüncesinde zaten beyan dışında cinsiyet kimliğinin bilinemeyeceği ve tek ölçütün beyan olması gerektiği de belirtilmektedir. Yani beyan bunun dışavurulabilir tek şekli, tek ihtimali ise ve dış dünya bunu başka türlü bilemiyorsa; bir kadın sadece erkeğim diyerek hayatı boyuncu yaşadığı eril tahakkümden sadece bu beyanı ile kurtulabilir mi? Kurtulabiliyorsa bu tahakküm müdür? Hangi iktidar tanımı kişilerin istediği anda bu iktidar yapısından çıkmasına izin verir? Eğer bu beyanın “yalan” olması ise problem, yani aslında bunu söyleyen kişinin subjektif cinsiyet kimliği beyanı ile örtüşmediği için mi bu yaşanıyor? Örtüştüğünde yaşanmıyorsa(ki bunun deneyini yapabilmek mümkün değildir), mesela trans erkekler, erkekliğin tanımlandığı kaygan zeminde sürekli kendilerini tekrar erkek olarak kanıtlamak zorunda olmuyorlar mı? İsteğe bağlı olarak ezen veya ezilen olunabilen bir tahakküm yapısı, bir iktidar şekli mümkün olamayacağından, eğer cinsiyet kimlikleri arasında beyan ile geçiş yapılabiliyorsa ne patriyarkadan ne de ikili cinsiyet rejiminden bahsedilebilir. Dış dünya ile ilişkisi sadece beyan ile olması toplumsal statünün mümkün olmaması dışında, böyle bir politik sorun da ortaya çıkarıyor. Bizi patriyarkayı yok saymaya götürüyor Ayrıca deminki örnekteki “yalan” veya genel olarak translara yönelik “sahtelik” iddiaları sadece bu cinsiyet kimliğinin subjektif tanımı halinde mümkün olabilir. Toplumun belirlediği bir toplumsal statüye ilişkin “sahtelik” iddiası, en azından o toplumsal statünün belirlendiği norm açısından o statünün sahteliğini tanımı gereği üretemeyecektir. Zaten toplum ilgili ferdi o statüye sokmaktadır, statüyü ilgili toplumsal norm üretmektedir. Sahtelik iddiasının olabilmesinin tek yolu bu beyana dayalı subjektif cinsiyet kimliği hissi argümanıdır. Transların sürekli karşılaştığı “sahtelik” veya “pass olma/olmama” baskısı cinsiyet kimliklerinin içten gelen subjektif his olduğu iddiasından beslenir.

             Cinsel farkı öne çıkarmak; bu farkı verili ve değişmez görmek değildir. Tam tersi kurulan ikili cinsiyet rejiminin yıkılmasını önünü açar bize. Artık pembe ve mavi kutulara tıkılmamanın yolunda ise bu kutuların toplumsallığını reddetmemek yatar. Bunu reddeden gruplar deyince akla yurtdışında “incel” vb., gruplar geliyor ve bir benzerini de ülkemizde nafaka zombileri vd., gruplarda sıkça görmekteyiz. Bu gruplar kadın dendiği için ayrımcılık yapıldığını ve insan denmesi gerektiğini savunmaktalar. İnşanın sözdeliği ve dezavantajlı grubun toplumsal statüsünün reddi burada ortaya çıkar. Cinsel fark ve üstüne bina edilmiş hiyerarşi yok sayılır. Yukarıda açıklandığı üzere patriyarkayı ve cinsiyet kimliğinin bir toplumsal statü olduğunu yok sayma kabul edilirse, olmayan statünün siyaseti de olamayacağından, mücadelesi de olamaz.

             Bir toplumsal statü olarak cinsiyetin/toplumsal cinsiyet kimliğinin, fertlerin subjektif hisleri ile belirlendiğini söylemek de bunu tahakkümün olmadığı bir alanda kurmak olacaktır. Şöyle ki; zaten ikili cinsiyet rejimini bize burada seçme hakkı vermemektedir. Kişilerin patriyarkanın koyduğu normlar dışında hareket edebilme özgürlüğünün ve bu rejimin yarattığı eşitsizlikleri hakkaniyete kavuşturmanın mücadelesi olan feminizm ve genel olarak kimliklerin ürettiği normların iktidar ilişkilerini zorunlu kıldığını söyleyen queer, eğer bu statülerden sadece kişisel hislerimizle veya bu hislerin beyanı ile çıkabiliyor olsaydık anlamsız olmaz mıydı? Erkeklik ve kadınlık zaten bize zorlanan değil, kendi hissettiğimiz şeyler ise bu nasıl bir iktidar oluşturabilir?

            Toplumsal statü olarak cinsiyeti seçemiyor olmayı bir gerçeklik olarak ifade etmek, bizi bu kutuların içine sıkıştırmaz. Hiç bir fert tek başına o zaman ve mekanın soyutlanmış ideal cinsiyet kimliğine karşılık gelmiyor, zaten gelemez de. Aşkın varlıkları olmayan bu kimlikler davranışları belirlemediği için bu düzen zaten değişmeli diyebilecek iken, patriyarka ile neredeyse eş anlam alanını gösterecek kadar iç içe geçmiş ikili cinsiyet rejiminin kendisi, bu kimlikleri ve kimliklere bağlı roller ile hiyerarşiyi kuruyor. Kişinin cinsel organı bebekle mi arabayla mı oynayacağından ev-içi emeği kimin üstleneceğine kadar belirlememeli demenin mücadelesini vermek bu kimlikleri ve dolayısıyla bu tahakküm düzeninin yıkmanın mücadelesini vermektir. Kadınların saçı uzun, erkeklerinki kısa olurun karşısında durmak var iken, bütün bu rolleri değişmez kabul etmek bunları siyaset alanının dışına itmektir.

             Bu tartışmanın önemi izleyeceğimiz siyasi yöntemi de belirleyecek olmasındadır. Cinsiyet kimliklerine dair tek bir anlatı üreten cinsiyet kimliğinin doğuştan gelen ve subjektif bir his olduğu iddiası, doğru siyasi yöntemlere erişmemizi engellediği gibi aşkınlıktan gelen genelleştirici tavrı ile fertlerin özgürlüğünün önüne geçmekte. Patriyarkanın kurduğu normları başka bir formda ayakta tutarak, fertlerin farklılıkları ile var olması yerine ismi değişmiş başlıklarda aynı normlar altında ezilmesinin önünü açmaktadır. Siyasi yöntem değişikliği açısından, bunun nasıl büyük meselelerde daha farklı bir boyuta taşınabileceğine dair kendi fikrinizi oluşturmanız için kasıtlı küçük seçilmiş, bir örnek vereceğim. Doğuşta kadın atanmış trans bir youtuber’ın başına gelmiş bir olay bu. Kılık kıyafet yönetmeliğinde cinsiyete bağlı farklılık olan bir kurum düşünün. Kurumda kadınların topuklu ayakkabı ve elbise zorunluluğu var. Halihazırda kurulu olan ikili cinsiyet rejimi çerçevesinde cinsiyet kimliklerine ait olduğu düşünülen kıyafetler bir norma bağlanmış ve bedensel farklılıktan türetilen toplumsal anlamıyla cinsel fark bir eşitsizlik üretmiştir. Kadınlar işe topuklu ayakkabı ve elbise ile gelmek zorundadır. Feminist bir tepki buna cinsiyet odaklı bir ayrımcılık olarak bu kuralın kaldırılması gerekeceği olurken, doğuştan sabit cinsiyet kimliği savunan görüş kapsamında ilgili trans iş yerine kimliğine ilişkin olarak açılmış ve ilgili kıyafet zorunluluğundan kurtulmuştur. Kurumda ise cinsiyet temelli ayrımcılık devam etmektedir. Bu youtuber topuklu ayakkabı giymek zorunda kalmamıştır; ama uygulama aynen devam etmektedir[3].

              Bu siyasi pozisyonun belirlediği yöntem tartışmalarını kişilerin kişisel deneyimleri hakkında atıp tutmamak için kasıtlı olarak uzatmayacağım. Yalnız belki de yine mücadele şekline ilişkin olabilecek bir noktaya değinmek istiyorum. Yakın zamanda bu tartışmaya ilişkin olarak “üslup” kelimesi çok fazla kullanıldı. Ton polisliği gerçekten haklı öfkeyi yok sayan ve yok saydığı için öfkeyi daha da arttıran bir olgu. Fertlerin verdiği tepki içeriğinden bağımsız olarak üslubu ile eleştirildiğinde bilginin nasıl üretildiğine dair toplumsal normlar üzerinden bir sınırlama getiriyoruz. Bu bir epistemolojik baskıdır. Fertler bilgi üretimine katkıda bulunurken üslupları sebebiyle “haklıyken haksız konuma düştüğü” iddia edildiğinde, o fertlerin bilgi üretimine ikna edici yollarla katılması engellenmiş olur. Ben bir üslup sorunundan çok içerik sorunu gördüm.

             İçerik sorunundan bir tanesi bu tartışmaya özel olmayarak kullanılan “homofobik/transfobik” ifadeleri ile bunlar kadar yaygın olmasa da şakayla karışık olarak gelen “tedavi ol” söylemi. Bu kavramsallaştırmanın konuyu patolojikleştirerek sorumluluk alanından çıkardığını düşünüyorum. Nasıl cinsel şiddet uygulayan insanlardan bahsedilirken sapık, pedofili vd., sıfatlar kullanıldığında hayır diyor ve patriyarkayı, iktidar ilişkilerini gösteriyor isek; burada da aynı şekilde kişilerin sorumluluğunu kesen “tedavi olmak” gibi politik alanın dışına çıkaracak kavramlardan kaçınılmalıdır. Bunun yerini adını ya doğrudan ayrımcılık ya da buna gönderme yapan bir söz olarak kurabilmeliyiz.

               Bu tartışmaya özel olarak söyleyeceğim içeriğe dair diğer sorun ise, çoğunlukla içeriğin olmayışıydı. Yukarıda açıklandığı gibi aşkına gönderme yapan düşünce, buna bağlı olarak üretilen düşünceleri ve bunların ifadelerini de aşkınlığa özgü ifade biçimlerine doğru çekiyor. Hakaret ve aşağılamalar öfkenin yansıması olarak bence kabul edilebilecek iken, eğer bunları bilgi üretimi veya aktarımı yahut en azından bir görünümü ile düşünceler takip ediyor ise bu anlamlı olacaktır. Hakaretin yanında bir argüman olmadığında sonrasında atılan slogan ise kimseye hiçbir şey anlatmıyor. Sloganı zaten benimseyen grup içi toplumsal puanları toplamaya yarıyor; ancak bu grubun dışarısında kalan kişilere zaten erişmediğinden veya erişecek bir içerik sloganda olmadığından “aktivizm” anlamında da sınıfta kalıyor. Eğer kesişimsel epistemoloji en yüksek sesi çıkaranın en doğru bilgiyi üreten olduğunu söylemiyorsa, dezavantajlı grupların kaynaklara erişiminin ve ikna edebilecek şekilde kendilerini “üslup” ile sınırlandırmadan ifade ederek bilgi üretimine katılımlarının nasıl sağlanacağının sorularını sormak gerekmez mi?

                Sloganlar, hakaretler ve aşağılamalar yanında bilgi üretimi ile pekala bir öfke ifadesi olarak olacak; ama bunun olamamasının sebebinde bence özcülük yatıyor. Aşkın olan kavramların kişilerin doğuştan cinsiyet kimliği oldukları iddiası ve bu cinsiyet kimliklerinin kendinden menkul olması, bu kimliklerin bir özü olduğunu ve herkesin bir kimliği özünde barındırdığı iddiası ile birliktegeliyor. Özcü yaklaşımda niteliği gereği argüman üretebilme kapasitesi sınırlıdır. Bir şeyin diğerinin özü olduğu bilgisi ve buna bağlı diğer sorgulamaları küfür sayar. Bu sebeple de karşılığı içeriksizdir; çünkü zaten samimi olarak bu özcü yaklaşıma inanan bir insan için bu özün sorgulanması da içeriksiz olarak algılanır. Hatta bu bilginin daha ileri yarınların bilgisi olduğu, tarihin doğru tarafında durdukları veya bu bilgiye inancın kazanacağı da özcü yaklaşımlarda sıkça görülür. Nitekim cinsiyet kimliğinin doğuştan geldiği ve subjektif bir his olduğu iddiasında da görmekteyiz. Siyasi yelpazenin her tarafında çatışmanın kazanılacağının kesinliğine dair sloganlar, bilme yerine inanmayla ve özcülükle omuz omuzadır. Halbuki tarih artan eşitsizlikler ve haksızlıklar ile doludur. Tarihin sonuna gelmediğimiz gibi her ileriye dair olan daha eşit ve özgür olana doğru yahut hakikate doğru gittiğimiz anlamına gelmez. Gerçekten de bu yaklaşım cinsiyet tahayyülünde hakim yaklaşım olacaksa da, kitleselleşmesi ve norm haline gelmesi cinsiyet kimliğinin doğuştanlığı argümanını ne haklı ne de hakiki kılacaktır. Söylenen şeyin sesinin kuvveti veya söyleyenin gücü ile bilginin meşruluğuna inanmıyorsak, bu bir bilgi üretim metodu olamayacaktır.

             Sonuç olarak, ikili cinsiyet kimliklerinin ve bunlara dair rollerin doğallaştırılması ile kendini meşrulaştıran patriyarkaya karşı bir mücadele alanı olarak feminizm ve queer bu kimliklerin sabitleştirilmesi fikri ile pekala taban tabana zıttır. Bu kimliklerin sabitliğini güçlendirmek herkesin bu düzen içinde daha da kapana kısılmasına katkı sağlayacaktır. Kişilerin hayatlarının, ne yaptıklarının, sorumluluklarının, ne giydiklerinin zaten cinsel organlarından veya anatomik özelliklerinden bağımsız olması mücadelesi verilebilecek iken bunları siyaset alanının dışına iten bir argüman, patriyarkanın ekmeğine yağ sürmektedir. “Erkek Fatma” yahut “karı gibi” diye yaftalamalar ile aynı yerden gelen bir argüman olarak kişilerin pratikleriyle ilgili ikili cinsiyet kimliklerinden birine yahut arasındaki spektrumda bir yere ait olduğunu söylendiğinde, ikili cinsiyet rejimi farklı görünümüyle aynen korunmaktadır. Kişilerin hayat pratiklerini özgürleştirmek yerine, sayısız cinsiyet kimliği yine bu ikili cinsiyeti doğallaştırmayı pekiştirdiğinde, sonsuz sabit kimlikler kurulduğunda cinsiyet kimliklerini kişilerin özünde bulduğunuzda aşkına atıf yapan, toplumsal varlığı olmayan bir siyaset çıkar. Bunun hakikatle bağı dışında da, bu anlatı patriyarkanın meşruluğunu sağladığı düzeni güçlendirdiği için besler. Patriyarkanın meşruiyet alanının genişletilmesi translar dahil herkesin hayatını sınırlandıran normların yeni görünümleri ile korunacağı anlamına gelir. Hem hakikat ile ilişkisi hem de siyasi alandaki bu çıkmazı sebebiyle transaktivizmi sadece bu yaklaşıma sınırlamadan düşünebilmeliyiz. Daha önce bu alan vardı, yine olabilir. Transfeminizme dair ve transaktivizme dair yılların birikimi bir çok başka alan da açıyor, bunları sadece bu düşünceye indirgemek akımın kendisine haksızlık olur.

             Kimliksiz ve normsuz bir imkansızlığı düşünmek olarak queer tahayyül, normlara sıkışabilecek bir yerde değil. Bu sabit doğuştan cinsiyet kimlikleri, yeni dışlayanlarını üreterek queer’in hedefinde olan kimlik politikalarından çıkışı değil tam tersi aşkın özü olan kimliklerin politikasını yaparak, bizi daha da güçlü yeni normlar üretmeye götürüyor. Patriyarkanın kendini meşrulaştırdığı ikili cinsiyet rejimi anlatısının karşısında bu an çatışan gruplar bir ortaklık kolayca bulabilir. Bu anlatı karşısında dayanışma ile patriyarkaya beraber karşı durmanın ortaklaştırdığı yerde öğretmek yerine karşılıklı öğrenerek, her zaman aynı yerde olmadan ama yan yana durmayı bilerek mücadele verilebilir. Bu mücadelenin kendisi de zaten ezeli-ebedi meşrulaştırmasına sıkışmayan cinsiyet kimlikleri tahayyülü ile modernitenin de dışında bir siyaset alanı açarak daha özgür veya eşit bir yola yönelebilir.

2 Suç ve cezanın şahsiliği de modernite ile sıkı sıkıya bağlıdır. 20.yy’ın başında dahi cezalandırma yetkisinin aile reisinde olduğu veya cezalandırılanın o ailenin reisi olduğu durumlar var. Kurumsallaşmış siyasi iktidar öncesi ise sorumluluğun ilgili fiilin sorumluluğunun failinden çok, failin ait olduğu cemaate ait olduğu fikri hem formel hukukta hem toplumsal normlarda yaygın olarak gözlenebilir.

1 yorum:

  1. bu yazı Twitter'da meşhur oldu. bir kişi yorum bırakmamış buraya.

    YanıtlaSil