2019’un
Ağustos ayında Gazete
Duvar’a[1]
da yansımış olan ve aslen sosyal medyada ve internet sitelerinde
devam eden feminist tartışmanın temeli nedir? Söz konusu temeli
anlamak için, transaktivizm içerisinde yaygınlaşmış sloganların
kaynağı olan tek bir fikre bakmamız gerekir. Bu fikir ve ona
dayanan argüman, bence, transların haklarını ve hatta
ataerkillik, heteronormativite veya ikili cinsiyet düzeni olarak
üretilen iktidar yapıları altında ezilen grupların haklarını
savunmak için elzem değildir. Hatta tam tersine, cinsiyet temelli
tahakkümü güçlendirmesi sebebiyle, transaktivizm ile feminizm
arasında bir ortaklık kurulması için bu argümanın aşılması
gerekmektedir.
Bu tartışma
esnasında hep etrafında dolaşıldığı halde sorun olarak
görülmemesine çok şaşırdığım bir konu var: doğallık.
Kelime doğrudan kimse tarafından kullanılmıyor; ama ona dolaylı
göndermeler bulmamak da mümkün değil. Transaktivizmin tamamını
tartışmayacağım, sadece herkesin doğuştan toplumsal cinsiyet
kimliği olduğu iddiasını ele almak istiyorum. Doğadan başlamayı
zorunlu kılan bu kavramda insan merkezciliğin kibri var. Neden bunu
söylüyorum? Ataerki, ikili
cinsiyet rejimini kendisini meşrulaştırmak için kurmuştur.
Cinsiyet kimliklerinin doğuştanlığını ve cinsiyetin doğallığını
savunmak, insana özgü toplumsallaşmanın dahi doğallık üzerinden
değerlendirilmesini zorunlu kılar. Toplumsal iktidar ilişkilerini
meşrulaştırmak için ilişkiye girenlerin statülerinin
doğallaştırılması, doğanın insanmerkezci bir bakışla ele
alındığını gösterir. Zira böylece evrendeki başka varlıklar
ile aramıza doğal olduğu iddia edilen bir katman ilave edilmiş
olur ve sadece insan sosyalleşmesine özgü bir durum varlığa
içkin kabul edilir. ‘İnsanmerkezciliğe içkin kibir’ derken
kast ettiğim budur. Ancak
bu yazıdaki amacım, doğanın haklara erişmenin meşru gerekçesi
olarak sunulmasını tartışmak olduğu için, insan merkezcilik
sorunu üzerinde daha fazla durmayacağım.
Her
ne kadar fertlerin hür iradesi olduğu ve bu hür irade kapsamında
‘sorumluluklandırılmaları’[2],
aslında toplumsallaşmanın başlangıcıyla eş zamanlı
sayılabilse de, bunu kurumsallaştıran modernitedir. Modernitenin
hukuk tahayyülünün temelini kartezyen zihin-beden ikiliği
oluşturmuştur. Bu zihin-beden ikiliği de; zihinde doğal olmayanı,
toplumsalı, hür irademizi; bedende ise doğallığı ve
kontrolümüz dışındakini bir araya getirmek suretiyle ‘insan’ı
kurar. İşte bu ikicilik bağlamında, “doğal olan”
sorumluluğumuz dışında olduğundan modern hukukun dışında
bırakılması meşru görülmüş; ama elbette, neyin doğal olduğu
ise zamana ve mekana bağlı olarak günün iktidar ilişkileri
çerçevesinde tekrar tekrar tanımlanmış ve değişmiştir.
Siyasal ve toplumsal iktidar ilişkilerinin bir yansıması da
‘epistemolojik baskı’ olarak böylece kendini göstermiştir.
Muktedir, etkin bilgi üretimini, yani ortak kaynaklara erişimi ve
bilgiyi ikna edici bir şekilde sunma yetisini denetlemiş ve doğalın
ne olup olmadığını saptayarak modern hukuk kapsamında fertlerin
sorumluluklarını çizmiştir.
Meşru
olan ile olmayan arasındaki sınırlar da bu ‘doğal olan’
çerçevesinde belirlenmiş olduğu halde, direnen grupların kimi
kazanımları bazen iktidarı dönüştürmüş ve ayrıca, iktidar
da zamana ve mekana göre kendini değiştirmiştir. Bir örnek
vermek gerekirse, Anglosakson dünyada kendini “born this way”
sloganıyla gösteren ve ülkemizde ise “yönelim/tercih”
tartışması biçiminde eşcinsel haklarıyla ilgili kampanya da,
iktidarın, sınırlarını kendisinin çizdiği ve meşrulaştırdığı
doğallık ekseninde sıkıştırılmasıdır. Burada ‘muktedir’e
(bu terimin yerine burada ‘heteronormatif ikili cinsiyet rejimi’
koyabiliriz) ‘bu alanı düzenlemeyemezsin veya sınırlayamazsın’
denmemekte; eşcinselliğin de bir “yönelim” olduğu ve bu
bağlamda “doğal” olduğu için korunması gerektiği
söylenmektedir. Gerçekten de, bu cinsel yönelimin doğuştan
gelmesi fikri, bu fikrin kitleselleşmesine çok büyük alan
açmaktadır. Bu argüman ile karşılaşan kişiler doğru bilginin
nasıl üretildiği, kişiyi oluşturan şeylerin varlığı veya bu
argümanın meşruluğu hakkında bir karşı çıkış veya çelişki
ile karşılaşmamaktadır. Tercih değil, yönelim argümanı,
sadece burada neyin doğal veya hür irade olduğu konusunda yanlış
bir kategorizasyon yapıldığını iddia eder. Bu anlamda gerçekten
etkili olduğunu gördüğümüz bu savın geçtiğimiz on yıllarda
hem ülkede hem de özellikle batılı dünyada nasıl dönüştürücü
bir etkisi olduğunu pekala görebiliriz; ama bir yandan da giderek
“Velev ki tercih!” diyebilme gücümüzü bu sav ile
kaybetmekteyiz. Fertlerin cinsel ve/veya romantik olarak arzuladığı
kişilerin belirleniminin tercih değil yönelim iddiasında
bulundukça, hem cinsel ve romantik ilişki kurmanın doğallığını
kitleselleştiriyoruz, hem de bunun doğal olduğuna dair anlatıyı
daha da büyütüyoruz. Bu anlatı ile doğallaştırmaya katıldıkça
iktidarın bu alandaki söz hakkını da, zımnen de olsa, kabul
ediyoruz. “Velev ki tercih” demediğimiz her an;
“heteronormativite toplumsal inşa” diyemiyoruz, Netflix’ten
çok daha önce -çocuk masallarından, büyük masallarına-
anlatılar heteroluğa özendiriyor diyemiyoruz.
“Born
this way” argümanı ile; hem heteronormativitenin temellerindeki
ikili cinsiyet rejimi, eşcinselliğin doğal olduğu iddiası ile
farklı bir varoluş imkanı sağlanarak daha da güçlendiriliyor,
hem de ikili cinsiyet rejiminin doğallığı iddiasının kapsadığı
alan, bu sağlanmış olan farklı varoluş imkanı ile daha da
büyüyor. Bu doğallık iddiasının bir başka görünümü ise
günümüzdeki transaktivizmin önde gelen argümanı, “doğuştan
gelen, herkesin içinde olan, subjektif bir his olarak toplumsal
cinsiyet kimliği” ile oluyor. Bu aslında transaktivizm yapılırken
söylenen argümanlardan sadece biri. Bütün transaktivizmin bu
iddiayı savunduğunu söylemiyorum; ama şimdi yapılan tartışmanın
aktörlerinin söyleminde başat rol üstlenen bu iddia iken
Anglosakson dünyada da şu an en yaygın söylemlerden biri yine bu
iddiadır. Bu iddianın yönelim konusunda belirtildiği gibi
bilginin neliğini veya varlığın nasıllığını tartışmaması
yahut sorgulamaması bu kadar çabuk ve kolay kitleselleşmesini
sağladığı söylenebilir. Ayrıca hem yönelim hem de doğuştan
sabit cinsiyet kimliği iddialarının ikili cinsiyet rejimi üzerine
sorgulamaları da, yine yukarıda sunulan bağlam üzerinden
düşünüldüğünde, sınırladığı ifade edilebilir. Bu
yaklaşımın iddiasına göre, toplumsal cinsiyet kimliği doğuştan
ise modernitenin kurumsallaştırdığı hür irade alanında olamaz
ve “doğal” olduğu için de korunması gereken bir haktır.
Bu
kurama göre; kişiler: “Bende doğuştan gelen böyle bir his yok”
diyemezler. Bunu söyleyebilmeleri atanmış cinsiyetleri ile
uyumlarından gelen ayrıcalıklarından kaynaklanır. Eğer doğuştan
gelen sabit cinsiyet kimliği olmayan kişiler olsaydı bunun
doğallığı sorgulanabilir olacaktı. “Agender” ya da
“genderfluid” gibi kimliklerin sabitliğin veya ikili cinsiyet
rejiminden üretilen spektrumun dışında kalan ve yine doğuştan
hissedilebileceği belirtilen toplumsal cinsiyet kimlikleri olduğu
belirtilse de, bunların hepsinin ortaklaştığı kısım bu
kimliklerin de sabit ve doğuştan olduğu ve kendilerini de yine
ikili cinsiyet rejimi üzerinden üretilen bir spektruma göre
tanımladıklarıdır. Ayrıca bir kişinin beyan ettiği kimlik her
değiştiğinde bunun geriye doğru bir etkisi olur ve aslında
doğuştan beri o yeni beyan ettiği kimlik onun olmuş olur.
Herhangi bir an itibariyle beyan ettiği kimlikten önce sınırsız
sayıda farklı kimlik beyan etmiş olabilir; ama bunlar hissettiği
şeye denk gelen kavramı bilmediği veya bu kavramsallaştırmayı
yapamadığı için düştüğü bir hata olarak addedilir ve o an
verdiği beyan her zamanki beyanı haline gelerek, eski beyanlarını
iptal eder. Toplumsal cinsiyet kimliğini hissetmeme şansı olmayan
ve hissedilmesinde de değişiklik olamayan; ama hatalı
adlandırılabilecek kadar sabit bir şey olarak tanımlanması
toplumsal cinsiyet kimliğinin toplumsal alanın dışında olma
zorunluluğunu doğuruyor. Eğer toplumsal alanın dışında
olmasaydı, böylesine bir sabitliği olamazdı. İkili cinsiyet
rejimine dayanarak kurulan bu cinsiyet kimlikleri spektrumu
kullanılarak kişilerin doğdukları anda sabit bir cinsiyet kimliği
kadın/erkek ikiliğine sınırlı değildir deniyor; ama üretilen
şey spektrumun bu ikili cinsiyet rejimi üzerinden kendini var
ettiği gözden kaçırılıyor. Yani diğer bütün kimliklerin
varlığı da yine kadın/erkek ikiliğinin zaten var olmasına bağlı
kalıyor. Kadın ve erkek ikiliğinin iki uç olduğu bir spektrum
ile üretilen bu çoklu kimlikler, sadece bu ikilik var olduğu
halde olabildiğinden; aslında bu spektrum ikili cinsiyet rejimine meydan
okumayıp ona yeni bir var olma biçimi sunarak güçlendiriyor.
İkili
cinsiyet rejiminin yukarıda anlatıldığı şekliyle güçlendirilmiş
bu yeni biçiminin doğallık iddiasını kendisine katan bu
toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan itibaren var olan ve içten
gelen bir his olduğu argümanı, doğuştan gelen bu şeyin ne
olduğuna verdiği cevapta yine kendisine gönderme yapar. Bu
argümanın cinsiyet kimliği tanımında yine cinsiyet kimliği
geçer. Üstüne kişilerin bu tanımda yer aldığı şekliyle
içlerinden gelen bir cinsiyet kimliği hissinin olamayacağı
iddiası üzerinden, cinsiyet kimliğinin ne olduğunu anlamak en
azından toplumsal alanda mümkün görünmemektedir. Tanım açıkça
“toplumsal cinsiyet kimliği, kişinin içinden gelen toplumsal
cinsiyet hissidir” demektedir. Hal böyle olunca da cinsiyet
kimliğinden bahsedilirken sanki aşkın bir varlığı olan bir
şeyden söz edilmektedir. Şöyle ki, eğer bu iddia edildiği gibi
herkeste olan bir şey ise ve yukarıda açıklandığı üzere bu
hissedilen şeyin toplumsaldan bağımsız olması gerektiği
düşünüldüğünde; yeryüzünün ve toplumun dışında
kendiliğinden varlıkları olan bu spektrum içerisinde sınırsız
sayıda cinsiyet kimliği vardır. Her ne kadar sonsuz miktarda olsa
da, hepsi tek tek sabittir; çünkü kişinin doğduğu andan
itibaren sahip olduğu bir şey olmasının başka bir imkanı
olmadığı gibi, toplumsal olandan ayırmadan da doğuştan var
olamaz. Burada düşülmesi gereken bir not da spektrum ve sonsuz
sayıda cinsiyet kimliğinin ikili cinsiyet rejimini yıkmadığı,
beslediğidir. Spektrumun kendisi iki karşıt olarak zaten kurulan
kadın ve erkek arasındadır. Bir tarafında en erkek, diğer
tarafında en kadın olan spektrumun içinde veya bu ikilik üzerinden
tanımlanan konumlarda hareket edebilme imkanı tanınan kişilere;
bu spektrum içinde sabit duramama zorunluluğu gelmektedir. Bu
düşünüldüğünde, söz konusu spektrumu var eden şeyin ikili
cinsiyet rejimi olduğu görülür. Spektrum, ikili cinsiyet rejimi
olmadan var olamaz ve ikili cinsiyet rejimine yeni bir varoluş
imkanı sağlar. Bunun ürettiği soru o halde şudur: “Eğer
cinsiyet kimliği toplumsaldan bağımsız ve aşkın olmasa kişi
nasıl buna nasıl doğuştan sahip olabilir ve/veya subjektif olarak
içinde hissedebilir?”
Toplumsal
cinsiyet kimliğinin doğuştan olan ve kişinin subjektif olarak
içinde hissettiği fikrinin doğallık kaynağını aşkından
alması, ayırıcı özelliği meşruiyetin yeryüzünden gelmesi
olan modern siyasette meşru bir fikir olmadığı pekala
söylenebilir; ancak modern siyasal iktidar böyle esnemelere zaten
kapısını çoktan aralamıştır. “İnsan onuru” gibi aşkın
bir göndermesi olan “İnsan hakları” nasıl meşru görülmekte
ise, bu aşkın kaynaklı doğallık iddiaları da kendine yer bulur.
“Ulus miti” gibi modern egemenliği meşru kılmak için üretilen
ezelilik ve ebedilik anlatıları, zaten bu aşkın göndermelere
kapı aralandığından beri kendilerine yeniden daha güçlü
şekilde yer bulmakta ve günümüzde aşkın olana yönelen
kitleselleşmiş siyasi hareketleri tekrar güçlenmiş olarak
görmekteyiz. Günümüzün milliyetçiliğinin ifadelerine bakılırsa
yüz yıl öncesinden farklı olarak aşkın kavramlara ne kadar daha
çok gönderme yapıldığını fark edebiliriz. Modernite,
egemenliğini meşrulaştırmak için kurduğu sabit ezeli-ebedi
mitlerin tuzağına(ulus miti gibi) kendisi düşmektedir (Bu
paragraf anlam alanı aşırı genişletilerek artık hiç bir anlama
gelemeyen o ünlü kelime, “Neo-liberalizm”i yazmayarak ücretsiz
solcu puanlarının kaçırıldığı yer).
Cinsiyet
kimliğinin insanların içinden gelen subjektif bir his olduğu
iddiası ile de ulusun modern inşası gibi bir anlatı
kurgulanmakta. Bu kimlikler, modern siyasi iktidarın egemenliğinin
meşruiyetinin geldiği yer gibi ezeli ve ebedi olmaları üzerinden
kutsanmaktadır. Aşkına atıf yapan bu görüşün diğer
ifadelerinde de yeryüzünden olmayanla meşruiyetini kuran
pre-modern düşüncenin diğer birçok yöntemi de görülmektedir.
Bu örneklerden belki en barizi din gibi hareket ettiği cinsiyet
kimliğinin doğuştan olduğunu savunanlarda da görülmştür.
Feminist düşüncedeki “karşılıklı öğrenme”nin yerine
cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu ve içten gelen bir his
olduğu argümanını savunanlar tarafından “öğreticez”
konmuştur. Bu öğrettikleri kişilerin aslında neyi bilip, neyi
bilmediklerini bile “öğretenler” çok daha iyi bilmektedir.
“Öğretenler”in bilgisi toplumunun dışında bir varlığı
olduğundan kutsaldır ve bu bilgi ile medeniyet daha “ileri”ye
taşınacaktır. Geleceğin ve tarihin doğru tarafında olmanın
bilgisine sahip olduklarından, bu bilginin önceden sahibi olan
kişiler olarak kendilerini bu bilgiyi bilmeyen kişilere göre daha
yukarıda konumlandırdıklarından ilişkilerini de bu yukarıdan
bakışla kurarlar. Bu şekilde ilişki kurulduğunda, cinsiyet
kimliğinin aşkın bir varlığı olduğunu ileri sürenler,
kadınları aşağılarken sıkça kullanılan “kezban” deyimi
gibi sürekli sınıfsal, entelektüel ve çeşitli şekillerde
aşağılamayı o kutsal bilgiyi sloganlarla tekrar ederek
öğretecekleri kişilere hitap ederken kullanırlar. Toplumsal
cinsiyet kimliklerinin aşkın bir sabit olduğu düşüncesine
samimi şekilde inanan insanların; var olduğunu kabul ettikleri
aşkına inançlarını tek doğru bilgi olarak görmesinde, bunu
herkese yayması gerektiğini düşünmesinde ve buna inanmadığı
için kendilerinden aşağı gördükleri bu kişilere bilgilerini
öğretecek olmasında aslında şaşılacak bir şey yoktur.
Kolonyal güçler de diğer coğrafyalara medeniyet götürdüğünü
söylerken bir yandan cizvit misyonerler, sömürülen
coğrafyalardaki o kişilere yardım ettiklerine samimi şekilde
inanarak, Hristiyanlığı öğretiyordu. Toplumsal cinsiyet
kimliğinin doğuştanlığını savunanlar, ileri ve yeninin kutsal
bilgisine sahip olduklarından ve gelecek düzenin temsilcileri
olduklarından karşılarındaki insanların eski rejimden
kaynaklanan ayrıcalıklarını(akademisyenlik gibi) ön plana
çıkarmaları; söyleneni sırf söyleyen kişinin konumu üzerinden
yok saymaktır. Medeniyeti getiren misyonerin kabilenin eski
büyücüsünü geri kalmanın sebebi olarak görmesinde
‘kesişimsellik’ nerededir?
Aşkın
olan, toplumsalın dışında kendini var ettiği için aşkına
dayanan düşünce de pekala toplumsalın dışından gelen
göndermelerle konuşulur. Tartışan tarafların kimisinin
akademisyen kimliği üzerinden yapılan “teori ve pratik ayrımı”
iddiası da aslında bundan bağımsız değildir. Gerçekten de
pre-modern bir düşünce kendini sıklıkla bu ayrımın ortasında
bulur; çünkü bu düşünce bilgisinin gerçekliğini iddia ederken
yeryüzüne değil, aşkına atıf yapar. Halbuki modern düşüncenin
ayırıcı özelliği, ilgili düşüncenin meşruiyetini aşkından
değil, yeryüzünden almasıdır. Ne de olsa modern düşüncenin
doğuşu, iktidarı göklerden yeryüzüne indirme ile gerçekleşir.
Yine bu aşkına dayanmanın bir sonucu olarak, toplumsal alanda
geçerli argümanların kurulmasına gerek yoktur. Aşkın olanın
gerçekliği zaten yeryüzünde değildir, burada tartışılamaz.
Tanrının varlığı nasıl verili bir bilgi ve onun varlığından
yahut emirlerinden sual olmaz ise, burada da sırf aşkın varlığı
olduğu için sorgulanamayan bir varlık olarak cinsiyet kimliği ile
karşı karşıyayız. Aşkına ilişkin sorgulayamama bir yasak
şeklinde kendini göstermez. Aşkın bir varlığı olan bir şey
zaten varlığına içkin olarak sorgulanabilir bir niteliğe sahip
değildir; çünkü sorgulama davranışına konu olamaz. Buna bağlı
olarak argümanlar yerine daha çok slogan kullanıldığını
cinsiyet kimliklerinin doğuştan olduğunun iddia edilmesinde
görüyoruz. Tıpkı bir kökten dinci -doğru veya yanlış olarak-
tartıştığı sırada argüman oluşturmak yerine, “Bak kutsal
kitapta yazıyor” der veya bir argüman kurarsa ve bunun atfı
zaten o kutsal metine olursa; burada da aynı şekilde zaten sabit
bir gerçeklik olduğu önceden kabul edilmiş ve tartışılamaz
olana atıf yapan sloganlar ya da bunu tartışmanız halinde dahi
geçerli olmayacak argümanlar kullanılır. Ortada bir önkabul
vardır ve bu kabul dışına çıkılamaz. Çıkılabildiği anda
zaten konuşulan şey yeryüzüne indirilecek ve kutsallığını,
aşkınlığını yitirecek olduğundan başka bir şey konuşuluyor
olacaktır.
Cinsiyet
kimliğinin doğuştan olduğu iddiasında da, yukarıdaki din
örneğini gibi var olan önkabul toplumsal cinsiyet kimliğinin
kendinden menkullüğü ve sabitliğidir. Halbuki cinsiyetin bir
toplumsal inşa olduğu gerek feminist gerek queer teorinin içinde
nicedir söylenegelir. Çoğunlukla burada bir anlam karmaşası
başlıyor. Bir şeyden “toplumsal inşa” olarak bahsedildiğinde
“sözde” olduğundan yahut “maddi olmadığından” değil,
tam tersi aslında ne kadar gerçek olduğundan toplumsal olduğundan
ve yeryüzünde olduğundan bahsediyoruz. Üstüne bu kavramı “doğal
olan”dan ayırıp, siyasal ve toplumsal bir alana sokmuş oluyoruz.
Toplumsal inşa olduğu söylenebilen bir başka kavram olan
milleti/ulusu düşünelim. Kurumsallaşmış siyasi iktidarın
coğrafi sınırları içindeki kişileri ortaklaştırmak için
ürettiği mitlerle ezeli ve ebedi olarak kurduğu bu anlatı, fiili
hayatla doğrudan doğruya çelişen soyut bir millet atar ortaya.
Bunun soyutluğu üzerinden, bunun sözde olduğunu iddia ederek,
argüman kurulduğunda ise etnik ayrımcılığa karşı kör bir
pozisyonda kalırız. Tam tersi olarak ise tolumsal inşanın bir
gerçeklik olduğu bilgisi ile etnik ayrımcılığı görebiliriz.
“Bunlar hep toplumsal inşa ya” derken aslında, bu gerçekliğin
olmadığını iddia etmek ezilen ulusun uğradığı ayrımcılığı
yok saymak olacak olduğundan, buradaki ezen-ezilen ilişkisini de
yok saymış oluruz. Yok sayarak da bu ezen-ezilen ilişkisinin
yıkımına dair politika üretmek pek tabii olarak mümkün
olmayacaktır.
Queer
politikanın oldukça ilgilendiği bir başka toplumsal inşa olan
engellilikten bahsedersek, ulus üzerinden verileceklere göre daha
net örneklendirilebileceğini düşünüyorum. Bedenlerinin “normal”
görülenden farklılığı üzerinden yapılan ayrımcılıkları bu
toplumsal inşayı oluşturan maddi gerçeklikten ayrı düşünemeyiz.
Engelliler üzerinde kurulan tahakkümde araçsallaştırılan
motifleri eril tahakkümde veya etnik tahakkümde de pekala
görebiliriz; masumiyet, meleklik, muhtaçlık gibi. Bu tahakkümün
bir parçası olarak mekanların bedensel farklılıklara göre
tasarlanmaması veya kurumların erişilebilirliği hesaba katmayan
uygulamaları gibi madden karşılığı olacak şekilde bu kişilerin
hayata eşit ve özgür katılımı ya engelleniyor ya da
zorlaştırılıyor. Bu ayrımcılığı üreten şey, bedensel
farklılık değil, toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenişidir
demek toplumsal inşacı bir konum almaktır. Bu bedensel
farklılıkları yok saymak değil, tam tersi onları görmenin
söylemini üretir ve bu sayede bunla mücadele edebilecek bir
siyaset alanı açar.
Belirli
bir bedensel farklılık için ise farklı bir kavramlaştırma
konusu; cinselliğe ilişkin fark. Bu konuda öylesine
doğallaştırılmış bir tutum var ki, interseksler buna çok bariz
bir örnek oluştururlar. İntersekslerin bedenleri, hangi ameliyatın
kolay olacağı gibi akıl almaz sebeplerle uygulanan tıbbi
müdahaleler ile ikili cinsiyet rejimine uygun hale getirilmeye
çalışılır. Cinsel fark, yukarıdaki engellilik örneğiyle
paralel şekilde normal insan olarak görülen erkek bedenden sapan
bedenler üzerinde kurulan tahakkümü üreten maddi gerçekliktir.
Bunun üzerinden toplumsal olarak inşa edilen patriarka ise kendi
meşruiyetini güçlendirmek için heteronormatif ikili cinsiyet
rejimine dayanır. Queer’in, belki de, en yaygın özetlendiği
şekli olan “kimliksizleşme” ise zaten bu farklılık üzerine
odaklanmadan fiilen mümkün olabilecek bir şey değildir. Bu
toplumsal olarak üretilen eşitsizliğin çözülmesi ise bedenin
kendisinden ayrı değildir. Bu anlamda queer maddi olanı reddetmez,
tam tersi bunun üzerine bina edilebilir. Feminizmde ise zaten “kadın
doğulmaz, kadın olunur” denirken de bu şekilde toplumsal olarak
inşa edildiğinden bahsedildiğini anlamaktayım. Bu bağlamda
kromozomların, genlerin, cinsel organların kadınlığı veya
erkekliği toplumsaldır. Kendiliğinden kadın cinsel organı
olamaz. Toplumsalın dışında bu kavramlar yoktur; çünkü bu
bedensel farkı “cinsel fark” olarak kuran ve buna bağlı bu
kimlikleri üretenler de toplumdur. Cinsel organlar maddi
gerçeklerdir; ama toplumsal ve tarihsel bir bakış açısı
içerisinde anlamlandırılırlar. Bu anlam maddi ilişkiler ile
üretilen cinsiyetler arası hiyerarşi, yani patriyarka tarafından
üretilmiştir.
Feminizmin
ve queer’in cinsiyet kimliklerini toplumsal görmesine karşılık
olarak, yukarıdaki bahsedilen toplumsal cinsiyet kimliklerinin
doğuştan olduğu argümanı zorunlu aşkınlığı sebebiyle
toplumsal alanda cinsiyetin varlığını kabul edemez. Burada
cinsiyetin ne olduğuna dair bir temel çatışma, aynı düzlemde
konuşması mümkün olmayan taraflar ortaya çıkarmaktadır. Bir
başka çatışma da aşkına gönderme yapan ve yapmayan cinsiyet
kimliği tanımlarının neyin kadınlık/erkeklik olduğuna dair
anlayışlarının farklılığından doğmaktadır. Gerçekten de
kadınlık/erkeklik kendinden menkul kimlikler ise “kadın
kromozomu” ya da “erkek cinsel organı” dendiğinde bu
tanımlamalar da toplumsalın dışına çıkarılacaktır. Cinsiyet
kimliğinin içeriden gelen subjektif bir his olduğuna samimi bir
şekilde inanan insanlar, ister istemez feminist veya queer söylemden
başka şekilde bunu anlayacaktır; çünkü cinsiyet kimlikleri
burada adeta sesteş kelimeler haline gelmiştir. Kadın, erkek veya
diğer cinsiyet kimlikleri başka anlam alanlarını göstermektedir.
Feminist ve queer söylemin karşısında, toplumsal cinsiyet
kimliğini aşkın bir yerde tanımlayanlar, aşkın tartışılamayacak
bir konumda olduğundan ve aşkınlık içkin bir kutsallık
ürettiğinden; kendini inancı yok sayılan biri olarak görür. Bu
inancına, dolayısıyla da kendisine bir saldırıdır. Feminizm ve
queer içine tıkıldığımız mavi ve pembe kutuların toplumsal
olduğunu ve onların içinden çıkmamız gerektiğini savunurken,
toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğunu iddia edenler bu
kutuların doğallığını ve herkese uygun sınırsız sayıda kutu
olabileceğini söylemekte, bu sebeple aynı bağlamda dahi
buluşulamamaktadır.
Cinsiyet
kimliğinin toplumsal inşa olması toplumsal cinsiyet kimliği
doğuştandır iddiası ile şu şekilde taban tabana zıtlaşır.
Kimse için doğuştan basketbol oyuncusu demeyiz. Bir kişinin uzun
boylu olması, çevik olması, kas gelişimi vs., gibi bir şekilde
basketbol oynamaya yatkın özellikleri pekala olabilir. Bu benzer
özelliklerin,yine bu özelliklerin fayda sağlayacağı diğer
alanlarda da başarılı olma ihtimalini arttıracağı pekala
söylenebilir. Yalnız toplumsal bir olgu olarak basketbol ve
basketbolcu olmak doğuştan sahip olunabilecek veya hissedilebilecek
bir şey değildir. Yukarıda verilmiş etnisite ve engellilik
örnekleri için de pekala doğuştan gelen bir his olmadığı
söylenebilir, cinsiyet kimliği de bundan azade değildir. Siz hiç
“Ben kendimi doğuştan Japon hissediyorum ve bu subjektif hissimin
siyasal alanda korunması gereken bir hak olduğunu düşünüyorum.”
diyen biri ile karşılaştınız mı? Toplumsal olanın fertlere
etkisi maddi hayatta olur ve iktidarın davranışları karşısında
dezavantajlı gruplar, normlara aykırı olanlar bunu içlerinde
gayet subjektif olarak ve fazlasıyla hissederler; ancak bunun
toplumsalın dışında bir kendiliğindenliği olmadığı gibi,
aksine toplumsal hayatın ürettiği statülerin sonucudur.
Eğer
cinsiyet kimliği subjektif ve kişinin içinde hissedilen bir şey
ise dışarıya yansımasının tek ölçütü beyandır. Toplumsal
cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu düşüncesinde zaten beyan
dışında cinsiyet kimliğinin bilinemeyeceği ve tek ölçütün
beyan olması gerektiği de belirtilmektedir. Yani beyan bunun
dışavurulabilir tek şekli, tek ihtimali ise ve dış dünya bunu
başka türlü bilemiyorsa; bir kadın sadece erkeğim diyerek hayatı
boyuncu yaşadığı eril tahakkümden sadece bu beyanı ile
kurtulabilir mi? Kurtulabiliyorsa bu tahakküm müdür? Hangi iktidar
tanımı kişilerin istediği anda bu iktidar yapısından çıkmasına
izin verir? Eğer bu beyanın “yalan” olması ise problem, yani
aslında bunu söyleyen kişinin subjektif cinsiyet kimliği beyanı
ile örtüşmediği için mi bu yaşanıyor? Örtüştüğünde
yaşanmıyorsa(ki bunun deneyini yapabilmek mümkün değildir),
mesela trans erkekler, erkekliğin tanımlandığı kaygan zeminde
sürekli kendilerini tekrar erkek olarak kanıtlamak zorunda
olmuyorlar mı? İsteğe bağlı olarak ezen veya ezilen olunabilen
bir tahakküm yapısı, bir iktidar şekli mümkün olamayacağından,
eğer cinsiyet kimlikleri arasında beyan ile geçiş yapılabiliyorsa
ne patriyarkadan ne de ikili cinsiyet rejiminden bahsedilebilir. Dış
dünya ile ilişkisi sadece beyan ile olması toplumsal statünün
mümkün olmaması dışında, böyle bir politik sorun da ortaya
çıkarıyor. Bizi patriyarkayı yok saymaya götürüyor Ayrıca
deminki örnekteki “yalan” veya genel olarak translara yönelik
“sahtelik” iddiaları sadece bu cinsiyet kimliğinin subjektif
tanımı halinde mümkün olabilir. Toplumun belirlediği bir
toplumsal statüye ilişkin “sahtelik” iddiası, en azından o
toplumsal statünün belirlendiği norm açısından o statünün
sahteliğini tanımı gereği üretemeyecektir. Zaten toplum ilgili
ferdi o statüye sokmaktadır, statüyü ilgili toplumsal norm
üretmektedir. Sahtelik iddiasının olabilmesinin tek yolu bu beyana
dayalı subjektif cinsiyet kimliği hissi argümanıdır. Transların
sürekli karşılaştığı “sahtelik” veya “pass olma/olmama”
baskısı cinsiyet kimliklerinin içten gelen subjektif his olduğu
iddiasından beslenir.
Cinsel
farkı öne çıkarmak; bu farkı verili ve değişmez görmek
değildir. Tam tersi kurulan ikili cinsiyet rejiminin yıkılmasını
önünü açar bize. Artık pembe ve mavi kutulara tıkılmamanın
yolunda ise bu kutuların toplumsallığını reddetmemek yatar. Bunu
reddeden gruplar deyince akla yurtdışında “incel” vb., gruplar
geliyor ve bir benzerini de ülkemizde nafaka zombileri vd.,
gruplarda sıkça görmekteyiz. Bu gruplar kadın dendiği için
ayrımcılık yapıldığını ve insan denmesi gerektiğini
savunmaktalar. İnşanın sözdeliği ve dezavantajlı grubun
toplumsal statüsünün reddi burada ortaya çıkar. Cinsel fark ve
üstüne bina edilmiş hiyerarşi yok sayılır. Yukarıda
açıklandığı üzere patriyarkayı ve cinsiyet kimliğinin bir
toplumsal statü olduğunu yok sayma kabul edilirse, olmayan statünün
siyaseti de olamayacağından, mücadelesi de olamaz.
Bir
toplumsal statü olarak cinsiyetin/toplumsal cinsiyet kimliğinin,
fertlerin subjektif hisleri ile belirlendiğini söylemek de bunu
tahakkümün olmadığı bir alanda kurmak olacaktır. Şöyle ki;
zaten ikili cinsiyet rejimini bize burada seçme hakkı
vermemektedir. Kişilerin patriyarkanın koyduğu normlar dışında
hareket edebilme özgürlüğünün ve bu rejimin yarattığı
eşitsizlikleri hakkaniyete kavuşturmanın mücadelesi olan feminizm
ve genel olarak kimliklerin ürettiği normların iktidar
ilişkilerini zorunlu kıldığını söyleyen queer, eğer bu
statülerden sadece kişisel hislerimizle veya bu hislerin beyanı
ile çıkabiliyor olsaydık anlamsız olmaz mıydı? Erkeklik ve
kadınlık zaten bize zorlanan değil, kendi hissettiğimiz şeyler
ise bu nasıl bir iktidar oluşturabilir?
Toplumsal
statü olarak cinsiyeti seçemiyor olmayı bir gerçeklik olarak
ifade etmek, bizi bu kutuların içine sıkıştırmaz. Hiç bir fert
tek başına o zaman ve mekanın soyutlanmış ideal cinsiyet
kimliğine karşılık gelmiyor, zaten gelemez de. Aşkın varlıkları
olmayan bu kimlikler davranışları belirlemediği için bu düzen
zaten değişmeli diyebilecek iken, patriyarka ile neredeyse eş
anlam alanını gösterecek kadar iç içe geçmiş ikili cinsiyet
rejiminin kendisi, bu kimlikleri ve kimliklere bağlı roller ile
hiyerarşiyi kuruyor. Kişinin cinsel organı bebekle mi arabayla mı
oynayacağından ev-içi emeği kimin üstleneceğine kadar
belirlememeli demenin mücadelesini vermek bu kimlikleri ve
dolayısıyla bu tahakküm düzeninin yıkmanın mücadelesini
vermektir. Kadınların saçı uzun, erkeklerinki kısa olurun
karşısında durmak var iken, bütün bu rolleri değişmez kabul
etmek bunları siyaset alanının dışına itmektir.
Bu
tartışmanın önemi izleyeceğimiz siyasi yöntemi de belirleyecek
olmasındadır. Cinsiyet kimliklerine dair tek bir anlatı üreten
cinsiyet kimliğinin doğuştan gelen ve subjektif bir his olduğu
iddiası, doğru siyasi yöntemlere erişmemizi engellediği gibi
aşkınlıktan gelen genelleştirici tavrı ile fertlerin
özgürlüğünün önüne geçmekte. Patriyarkanın kurduğu
normları başka bir formda ayakta tutarak, fertlerin farklılıkları
ile var olması yerine ismi değişmiş başlıklarda aynı normlar
altında ezilmesinin önünü açmaktadır. Siyasi yöntem
değişikliği açısından, bunun nasıl büyük meselelerde daha
farklı bir boyuta taşınabileceğine dair kendi fikrinizi
oluşturmanız için kasıtlı küçük seçilmiş, bir örnek
vereceğim. Doğuşta kadın atanmış trans bir youtuber’ın
başına gelmiş bir olay bu. Kılık kıyafet yönetmeliğinde
cinsiyete bağlı farklılık olan bir kurum düşünün. Kurumda
kadınların topuklu ayakkabı ve elbise zorunluluğu var.
Halihazırda kurulu olan ikili cinsiyet rejimi çerçevesinde
cinsiyet kimliklerine ait olduğu düşünülen kıyafetler bir norma
bağlanmış ve bedensel farklılıktan türetilen toplumsal
anlamıyla cinsel fark bir eşitsizlik üretmiştir. Kadınlar işe
topuklu ayakkabı ve elbise ile gelmek zorundadır. Feminist bir
tepki buna cinsiyet odaklı bir ayrımcılık olarak bu kuralın
kaldırılması gerekeceği olurken, doğuştan sabit cinsiyet
kimliği savunan görüş kapsamında ilgili trans iş yerine
kimliğine ilişkin olarak açılmış ve ilgili kıyafet
zorunluluğundan kurtulmuştur. Kurumda ise cinsiyet temelli
ayrımcılık devam etmektedir. Bu youtuber topuklu ayakkabı giymek
zorunda kalmamıştır; ama uygulama aynen devam etmektedir[3].
Bu
siyasi pozisyonun belirlediği yöntem tartışmalarını kişilerin
kişisel deneyimleri hakkında atıp tutmamak için kasıtlı olarak
uzatmayacağım. Yalnız belki de yine mücadele şekline ilişkin
olabilecek bir noktaya değinmek istiyorum. Yakın zamanda bu
tartışmaya ilişkin olarak “üslup” kelimesi çok fazla
kullanıldı. Ton polisliği gerçekten haklı öfkeyi yok sayan ve
yok saydığı için öfkeyi daha da arttıran bir olgu. Fertlerin
verdiği tepki içeriğinden bağımsız olarak üslubu ile
eleştirildiğinde bilginin nasıl üretildiğine dair toplumsal
normlar üzerinden bir sınırlama getiriyoruz. Bu bir epistemolojik
baskıdır. Fertler bilgi üretimine katkıda bulunurken üslupları
sebebiyle “haklıyken haksız konuma düştüğü” iddia
edildiğinde, o fertlerin bilgi üretimine ikna edici yollarla
katılması engellenmiş olur. Ben bir üslup sorunundan çok içerik
sorunu gördüm.
İçerik
sorunundan bir tanesi bu tartışmaya özel olmayarak kullanılan
“homofobik/transfobik” ifadeleri ile bunlar kadar yaygın olmasa
da şakayla karışık olarak gelen “tedavi ol” söylemi. Bu
kavramsallaştırmanın konuyu patolojikleştirerek sorumluluk
alanından çıkardığını düşünüyorum. Nasıl cinsel şiddet
uygulayan insanlardan bahsedilirken sapık, pedofili vd., sıfatlar
kullanıldığında hayır diyor ve patriyarkayı, iktidar
ilişkilerini gösteriyor isek; burada da aynı şekilde kişilerin
sorumluluğunu kesen “tedavi olmak” gibi politik alanın dışına
çıkaracak kavramlardan kaçınılmalıdır. Bunun yerini adını ya
doğrudan ayrımcılık ya da buna gönderme yapan bir söz olarak
kurabilmeliyiz.
Bu
tartışmaya özel olarak söyleyeceğim içeriğe dair diğer sorun
ise, çoğunlukla içeriğin olmayışıydı. Yukarıda açıklandığı
gibi aşkına gönderme yapan düşünce, buna bağlı olarak
üretilen düşünceleri ve bunların ifadelerini de aşkınlığa
özgü ifade biçimlerine doğru çekiyor. Hakaret ve aşağılamalar
öfkenin yansıması olarak bence kabul edilebilecek iken, eğer
bunları bilgi üretimi veya aktarımı yahut en azından bir
görünümü ile düşünceler takip ediyor ise bu anlamlı
olacaktır. Hakaretin yanında bir argüman olmadığında sonrasında
atılan slogan ise kimseye hiçbir şey anlatmıyor. Sloganı zaten
benimseyen grup içi toplumsal puanları toplamaya yarıyor; ancak bu
grubun dışarısında kalan kişilere zaten erişmediğinden veya
erişecek bir içerik sloganda olmadığından “aktivizm”
anlamında da sınıfta kalıyor. Eğer kesişimsel epistemoloji en
yüksek sesi çıkaranın en doğru bilgiyi üreten olduğunu
söylemiyorsa, dezavantajlı grupların kaynaklara erişiminin ve
ikna edebilecek şekilde kendilerini “üslup” ile
sınırlandırmadan ifade ederek bilgi üretimine katılımlarının
nasıl sağlanacağının sorularını sormak gerekmez mi?
Sloganlar,
hakaretler ve aşağılamalar yanında bilgi üretimi ile pekala bir
öfke ifadesi olarak olacak; ama bunun olamamasının sebebinde bence
özcülük yatıyor. Aşkın olan kavramların kişilerin doğuştan
cinsiyet kimliği oldukları iddiası ve bu cinsiyet kimliklerinin
kendinden menkul olması, bu kimliklerin bir özü olduğunu ve
herkesin bir kimliği özünde barındırdığı iddiası ile
birliktegeliyor. Özcü yaklaşımda niteliği gereği argüman
üretebilme kapasitesi sınırlıdır. Bir şeyin diğerinin özü
olduğu bilgisi ve buna bağlı diğer sorgulamaları küfür sayar.
Bu sebeple de karşılığı içeriksizdir; çünkü zaten samimi
olarak bu özcü yaklaşıma inanan bir insan için bu özün
sorgulanması da içeriksiz olarak algılanır. Hatta bu bilginin
daha ileri yarınların bilgisi olduğu, tarihin doğru tarafında
durdukları veya bu bilgiye inancın kazanacağı da özcü
yaklaşımlarda sıkça görülür. Nitekim cinsiyet kimliğinin
doğuştan geldiği ve subjektif bir his olduğu iddiasında da
görmekteyiz. Siyasi yelpazenin her tarafında çatışmanın
kazanılacağının kesinliğine dair sloganlar, bilme yerine
inanmayla ve özcülükle omuz omuzadır. Halbuki tarih artan
eşitsizlikler ve haksızlıklar ile doludur. Tarihin sonuna
gelmediğimiz gibi her ileriye dair olan daha eşit ve özgür olana
doğru yahut hakikate doğru gittiğimiz anlamına gelmez. Gerçekten
de bu yaklaşım cinsiyet tahayyülünde hakim yaklaşım olacaksa
da, kitleselleşmesi ve norm haline gelmesi cinsiyet kimliğinin
doğuştanlığı argümanını ne haklı ne de hakiki kılacaktır.
Söylenen şeyin sesinin kuvveti veya söyleyenin gücü ile bilginin
meşruluğuna inanmıyorsak, bu bir bilgi üretim metodu
olamayacaktır.
Sonuç
olarak, ikili cinsiyet kimliklerinin ve bunlara dair rollerin
doğallaştırılması ile kendini meşrulaştıran patriyarkaya
karşı bir mücadele alanı olarak feminizm ve queer bu kimliklerin
sabitleştirilmesi fikri ile pekala taban tabana zıttır. Bu
kimliklerin sabitliğini güçlendirmek herkesin bu düzen içinde
daha da kapana kısılmasına katkı sağlayacaktır. Kişilerin
hayatlarının, ne yaptıklarının, sorumluluklarının, ne
giydiklerinin zaten cinsel organlarından veya anatomik
özelliklerinden bağımsız olması mücadelesi verilebilecek iken
bunları siyaset alanının dışına iten bir argüman,
patriyarkanın ekmeğine yağ sürmektedir. “Erkek Fatma” yahut
“karı gibi” diye yaftalamalar ile aynı yerden gelen bir argüman
olarak kişilerin pratikleriyle ilgili ikili cinsiyet kimliklerinden
birine yahut arasındaki spektrumda bir yere ait olduğunu
söylendiğinde, ikili cinsiyet rejimi farklı görünümüyle aynen
korunmaktadır. Kişilerin hayat pratiklerini özgürleştirmek
yerine, sayısız cinsiyet kimliği yine bu ikili cinsiyeti
doğallaştırmayı pekiştirdiğinde, sonsuz sabit kimlikler
kurulduğunda cinsiyet kimliklerini kişilerin özünde bulduğunuzda
aşkına atıf yapan, toplumsal varlığı olmayan bir siyaset çıkar.
Bunun hakikatle bağı dışında da, bu anlatı patriyarkanın
meşruluğunu sağladığı düzeni güçlendirdiği için besler.
Patriyarkanın meşruiyet alanının genişletilmesi translar dahil
herkesin hayatını sınırlandıran normların yeni görünümleri
ile korunacağı anlamına gelir. Hem hakikat ile ilişkisi hem de
siyasi alandaki bu çıkmazı sebebiyle transaktivizmi sadece bu
yaklaşıma sınırlamadan düşünebilmeliyiz. Daha önce bu alan
vardı, yine olabilir. Transfeminizme dair ve transaktivizme dair
yılların birikimi bir çok başka alan da açıyor, bunları sadece
bu düşünceye indirgemek akımın kendisine haksızlık olur.
Kimliksiz ve
normsuz bir imkansızlığı düşünmek olarak queer tahayyül,
normlara sıkışabilecek bir yerde değil. Bu sabit doğuştan
cinsiyet kimlikleri, yeni dışlayanlarını üreterek queer’in
hedefinde olan kimlik politikalarından çıkışı değil tam tersi
aşkın özü olan kimliklerin politikasını yaparak, bizi daha da
güçlü yeni normlar üretmeye götürüyor. Patriyarkanın kendini
meşrulaştırdığı ikili cinsiyet rejimi anlatısının karşısında
bu an çatışan gruplar bir ortaklık kolayca bulabilir. Bu anlatı
karşısında dayanışma ile patriyarkaya beraber karşı durmanın
ortaklaştırdığı yerde öğretmek yerine karşılıklı
öğrenerek, her zaman aynı yerde olmadan ama yan yana durmayı
bilerek mücadele verilebilir. Bu mücadelenin kendisi de zaten
ezeli-ebedi meşrulaştırmasına sıkışmayan cinsiyet kimlikleri
tahayyülü ile modernitenin de dışında bir siyaset alanı açarak
daha özgür veya eşit bir yola yönelebilir.
2
Suç ve
cezanın şahsiliği de modernite ile sıkı sıkıya bağlıdır.
20.yy’ın başında dahi cezalandırma yetkisinin aile reisinde
olduğu veya cezalandırılanın o ailenin reisi olduğu durumlar
var. Kurumsallaşmış siyasi iktidar öncesi ise sorumluluğun
ilgili fiilin sorumluluğunun failinden çok, failin ait olduğu
cemaate ait olduğu fikri hem formel hukukta hem toplumsal normlarda
yaygın olarak gözlenebilir.
bu yazı Twitter'da meşhur oldu. bir kişi yorum bırakmamış buraya.
YanıtlaSil