12 Temmuz 2018 Perşembe

İdam ve Hadım - Eril tahakküm uğruna şehit edilecek erkekler.

Toplumumuzda ne yazık ki, idam ve hadıma yönelik tartışmalar tekrar alevlendirilmiş. Kimi kesimler kendi siyasi emelleri için, toplumun geniş kesimlerine hitap edebilecek 'çocuğun cinsel istismarı' gibi konulara yönelik haberleri ön plana çıkarmakta ve bununla kendi siyasi emellerine uygun düşecek ceza infaz araçlarına yönelik tartışmalar yaratmaktadır.

Bu araçlardan biri de idam. İdam, yani devletin hukuka uygun bir şekilde öldürmesi, tek bir şeye yönelen bir fiildir; ilgili bedene. İdam, kişiyi onun asli varedicisi olarak görülen bedeni üzerinden cezalandırır. Mutlak anlamda sorumlunun kim olduğu bellidir, diğer her şey tali dahi değildir. Bu anlamda idam ile cezalandırılan kişinin kendisi ve bedeni arasındaki ilişki devam etmediğinde sorunun çözüleceği iddiasını taşır. Bu da kişilerin tamamen kendinden menkul bir 'hür irade'si olduğu inancının tabii sonucudur. İdam ile bu ferdin 'hür iradesi'nin artık, 'bizim dünyamız'a etki etmemesi sağlanmış olur.

Tartışılan bir diğer araç ise kimyasal hadım. Hadım ise münferitleştirme anlamında benzer, bir iddia taşısa da iradeye bakışında ayrışır. Hadım cezası verilen suçların, ilgili bedenin doğal sonucu olduğu iddiasındadır. Doğal olduğu için, siyasi/sosyal alanda tartışılabilir değildir. Biyolojik bir değiştirilemezdir. Bu sebeple, beden dönüştürülmeli/değiştirilmelidir. Bedenin bu değişimi ile kişinin hala aynı kişi olduğu iddiası dışında, bu 'doğal' olan ve bedene dair alanın kişinin 'hür iradesi'yle kontrol edememesi iddiası ile de hadım, idamdan ayrılır.

İkisinde de ortaklaşan kavram bu fiillerin devlet eliyle işlenmesini hukuki kılan şeyi, suçu, sadece ve sadece faile yüklemesidir. Suçu ve suçluyu toplumdan uzaklaştırır, suçluyu canavarlaştırır ve suç kaf dağının ardında erişilemez tanımadığımız bir şeye dönüştürülür. Bunun böyle olmasının çok önemli de bir işlevi vardır. Bu şekilde toplumdaki iktidar ilişkileri sorgulanmaz, toplumun sağlıklı ve iyi olduğu iddia edilebilir ve mevcut tahakküm de devam eder. Tahakkümün korunması için, iktidar ilişkisinin varlığı adeta sansürlenir. Siyasi sorumluluk hiç olmamış, sadece bireyler ve hatta bazen onların iradesi dışında bedenleri sorumludur.

Türkiye aslında suça, hatta şiddetin toplumsal cinsiyet yüzüne, dair yabancılaştırmaya hiç de yabancı değildir, benzer bir dezenformasyon senelerce "namus cinayetleri" üzerinden yapılmış ve "gelenek" söylemi ile bir 'onlar'(Kürtler) ve 'biz' ayrılığı yaratılmıştır. Bu iddiaya göre, bir kısım erkekler gelenek ile öldürürken, bir kısım erkekler 'cinnet' ile öldürmüştür. Şiddetin toplumsal cinsiyete ilişkin temelleri bu sayede sorgulanmamış ve eril tahakkümü korumak için, bir başka iktidar ilişkisinden etnik ayrımcılıktan yararlanılmıştır. Bugün de bu ayrıştırma kişilerin "pedofil" olduğu iddiası ve bu kişilerin toplumun dışında münferit "sapık"lar olması üzerinden sağlanmaktadır. Bu kavramlarla kişilerin durumu patolojikleştirilmekte, tartışma siyasetin alanından çıkarılıp tıbbın alanına sokulmaktadır. Bu 'hasta' kişilerin tedavi edilemez olduğu iddiası üzerinden idam veya tedavi edilebilir olduğu iddiası üzerinden hadım savulmaktadır. Suçu 'hastalık' olarak tartıştığımızda, geriye siyasi bir alan kalmamaktadır.

Şiddet ve şiddet tehditi, eril tahakkümün üreticilerinden/yeniden üreticilerinden iken, aynı zamanda bu tahakkümün de ortaya çıkardığı bir şeydir. Başkaları üzerinde söz söyleme, onlar üzerine eyleyebilme yetisini kendinde görmek olarak kısmen özetlenebilecek "erkeklik" pratiklerinin de bir parçasıdır. Bir başkasının bedenine müdahele etme, üzerine eylemek tam anlamıyla tipik bir "erkeklik" pratiğidir. Erkeğin erkek olmayan yahut kendisi kadar 'makbul erkek' olmayan diğer herkes üzerine hak sahibi olduğu iddiası devletten okula, aileden medyaya çeşitli söylemlerle tekrar edilmektedir. İkili cinsiyet tanımlamaları üzerinden kurulan bu iktidar ilişkisi de sürekli doğallaştırılarak hem meşruiyeti sağlanmış hem de siyasal olarak tartışılamaz hale gelmiştir.

Her türlü suç için toplumsal bağlamından bahsedebilecek iken, toplumsal cinsiyet temelli şiddetin, sadece ve sadece faile bağlanması sorunu çözmeye yönelik değil, yalnızca intikam hissini tatmin etmeye yöneliktir. Bu sayede eril tahakküm de doğallığını koruyacak ve devam edecektir. Bu anlamda iktidarın toplumsal cinsiyet yüzü ile doğrudan doğruya bağlantılı bu eylemlere münferitmiş gibi yaklaşmanın sorunu çözmeyle hiç bir alakası olmadığı zaten alenidir.

Tecavüz üzerine kamusal söylemin kendisi zaten bir denetim biçimidir. İffetlilik üzerinden kimlere tecavüz edilebileceği tanımlanır. Tahakkümü güçlendiren yaygın söyleme göre, iffetli olmayanların "rızası var" olduğundan tecavüz söz konusu olamaz; ancak bir 'masumiyet' atfedildiğinde tecavüz olabilir. Bu "kendini tutamama" söylemiyle de paralel ilerler. Kendilerini kontrol edemeyen erkekler dayanamadıkları için hadım edilmelidir. Tecavüzün bir kısmını meşrulaştıran söylemin, diğerini de münferitleştirerek suçun toplumsal yönünü görmemekten de öte, bu tecavüzün kendisinin sebebi olan tahakküme hizmet ettiği pekala görülebilir.

İdama karşı çıkanlar içerisinden de iki farklı söylem kesinlikle rahatsız edici. Birincisi, geri alınamayacak ve tazmin edilemeyecek olması üzerinden yapılan karşı çıkış. Bu söylem yargılamada hatalı karar çıkabileceği; ancak ölen kişinin parasal olarak dahi tazmin edilemeyecek olması üzerinden yapılan bir iddia. İkincisi ise, idamın "insancıl" yahut "ahlaki" olmadığı üzerinden yapılan karşı çıkış.

Birinci karşı çıkış suçun toplumsal yönünü yok sayan, kişinin 'hür iradesi'ni adeta vahiy gelirmişçesine karar vermesinde bir problem görmeyen yahut görüyorsa dahi, bunu vazgeçilebilir gören bir pozisyon olarak problemlidir. Geri çekilerek muhalefet etmenin, olası uzlaşmada, buluşulan pozisyonu kaydıracağına dair aktivizme yönelik pratik argüman dışında, yargılamada hata olmadığında idamı kendiliğinden haklı görmektir. Bu anlamda aslında, idamı meşrulaştırıcıdır. Sadece uygulamasına yönelik bir çalışma yapılmasını söyler.

İkinci karşı çıkış ise, aslında idamı tartışmamaktadır. İdamın "insani" yahut "ahlaki" olmadığı argümanı, bize doğrudan doğruya hangi fiillere idam cezası verilmesi gerektiğini de söyler. İdamı değil, ahlaksızlığı tartışmak üzerinden alınan pozisyona şöyle bir cevap verilebilecektir; eğer işlenen suç idamdan daha "ahlaksız" veya "insanlık-dışı" ise, idam kendi kendini meşrulaştıracaktır. Aslına bu şekilde meşrulaştırılmış cinayetler ülkemizde zaten bolca işlenmektedir. Linç edilen kişiler, öldürme fiilinin kendisinden daha "ahlaksız"dırlar. Hrant Dink veya Tahir Elçi öldürülür ve hakim söyleme göre bu ahlakidir; çünkü "devlet-düşmanı" olduğu iddia edilen pozisyonları, idamın kendi ahlaksızlığını aşar. Bu anlamda "ahlak" veya "insanlık" üzerinden idama karşı çıkılamaz; her hangi bir değerler sisteminde bir başka fiil idama göre o kadar ağır bir "ahlaksızık" içerebilir. Bu idam ve ilgili fiilin ahlakilik kıyaslaması dışında bizi bir yere götürmez. Bu anlamda ilki için söylenebilecek geriye çekilmiş bir pozisyon dahi değildir, idama ilişkin bir pozisyon değildir.

Sonuç olarak; erkek şiddetinin yöneldiği bireylere dair devlet, erkek kimliğine de uygun olarak, bir koruma mekanizması pekala sağlamaz. Bu korumama, eril tahakkümü ortaya çıkarma riskini beraberinde taşır. "Masumiyet" atfedilebilenlere, mesela çocuklara, uygulanan şiddet "doğal" görülmediğinden bu duruma eril tahakkümü korumak için müdahale edilmelidir. İşte "doğal" iktidar ilişkisini bozanlar da "doğaları gereği"(biyolojileri gereği) kendilerini tutamadığı iddia edilen "sapık"lar olacaktır. Bu "hasta" konumuna getirilmiş erkekler artık, erkek devletin gerçek kişi erkeklerle olan dayanışmasının dışına itilir. Bu "sapık" erkekler, erkeklik için feda edilecektir. Eril tahakkümün şehitleri olacaktır. İdam ve hadım da tam da budur ve bu sebeple karşı çıkılması gerekir. Suçun toplumsallığı üzerinden kurulmayan argümanlar, idama karşı çıkıyor olsa dahi korunabilecek pozisyonlar olamaz.