Toplumumuzda
ne yazık ki, idam ve hadıma yönelik tartışmalar tekrar
alevlendirilmiş. Kimi kesimler kendi siyasi emelleri için, toplumun
geniş kesimlerine hitap edebilecek 'çocuğun cinsel istismarı'
gibi konulara yönelik haberleri ön plana çıkarmakta ve bununla
kendi siyasi emellerine uygun düşecek ceza infaz araçlarına
yönelik tartışmalar yaratmaktadır.
Bu
araçlardan biri de idam. İdam, yani devletin hukuka uygun bir
şekilde öldürmesi, tek bir şeye yönelen bir fiildir; ilgili
bedene. İdam, kişiyi onun asli varedicisi olarak görülen bedeni
üzerinden cezalandırır. Mutlak anlamda sorumlunun kim olduğu
bellidir, diğer her şey tali dahi değildir. Bu anlamda idam ile
cezalandırılan kişinin kendisi ve bedeni arasındaki ilişki devam
etmediğinde sorunun çözüleceği iddiasını taşır. Bu da
kişilerin tamamen kendinden menkul bir 'hür irade'si olduğu
inancının tabii sonucudur. İdam ile bu ferdin 'hür iradesi'nin
artık, 'bizim dünyamız'a etki etmemesi sağlanmış olur.
Tartışılan
bir diğer araç ise kimyasal hadım. Hadım ise münferitleştirme
anlamında benzer, bir iddia taşısa da iradeye bakışında
ayrışır. Hadım cezası verilen suçların, ilgili bedenin doğal
sonucu olduğu iddiasındadır. Doğal olduğu için, siyasi/sosyal
alanda tartışılabilir değildir. Biyolojik bir değiştirilemezdir.
Bu sebeple, beden dönüştürülmeli/değiştirilmelidir. Bedenin bu
değişimi ile kişinin hala aynı kişi olduğu iddiası dışında,
bu 'doğal' olan ve bedene dair alanın kişinin 'hür iradesi'yle
kontrol edememesi iddiası ile de hadım, idamdan ayrılır.
İkisinde
de ortaklaşan kavram bu fiillerin devlet eliyle işlenmesini hukuki
kılan şeyi, suçu, sadece ve sadece faile yüklemesidir. Suçu ve
suçluyu toplumdan uzaklaştırır, suçluyu canavarlaştırır ve
suç kaf dağının ardında erişilemez tanımadığımız bir şeye
dönüştürülür. Bunun böyle olmasının çok önemli de bir
işlevi vardır. Bu şekilde toplumdaki iktidar ilişkileri
sorgulanmaz, toplumun sağlıklı ve iyi olduğu iddia edilebilir ve
mevcut tahakküm de devam eder. Tahakkümün korunması için,
iktidar ilişkisinin varlığı adeta sansürlenir. Siyasi sorumluluk
hiç olmamış, sadece bireyler ve hatta bazen onların iradesi
dışında bedenleri sorumludur.
Türkiye
aslında suça, hatta şiddetin toplumsal cinsiyet yüzüne, dair
yabancılaştırmaya hiç de yabancı değildir, benzer bir
dezenformasyon senelerce "namus cinayetleri" üzerinden
yapılmış ve "gelenek" söylemi ile bir 'onlar'(Kürtler)
ve 'biz' ayrılığı yaratılmıştır. Bu iddiaya göre, bir kısım
erkekler gelenek ile öldürürken, bir kısım erkekler 'cinnet' ile
öldürmüştür. Şiddetin toplumsal cinsiyete ilişkin temelleri bu
sayede sorgulanmamış ve eril tahakkümü korumak için, bir başka
iktidar ilişkisinden etnik ayrımcılıktan yararlanılmıştır.
Bugün de bu ayrıştırma kişilerin "pedofil" olduğu
iddiası ve bu kişilerin toplumun dışında münferit "sapık"lar
olması üzerinden sağlanmaktadır. Bu kavramlarla kişilerin durumu
patolojikleştirilmekte, tartışma siyasetin alanından çıkarılıp
tıbbın alanına sokulmaktadır. Bu 'hasta' kişilerin tedavi
edilemez olduğu iddiası üzerinden idam veya tedavi edilebilir
olduğu iddiası üzerinden hadım savulmaktadır. Suçu 'hastalık'
olarak tartıştığımızda, geriye siyasi bir alan kalmamaktadır.
Şiddet
ve şiddet tehditi, eril tahakkümün üreticilerinden/yeniden
üreticilerinden iken, aynı zamanda bu tahakkümün de ortaya
çıkardığı bir şeydir. Başkaları üzerinde söz söyleme,
onlar üzerine eyleyebilme yetisini kendinde görmek olarak kısmen
özetlenebilecek "erkeklik" pratiklerinin de bir
parçasıdır. Bir başkasının bedenine müdahele etme, üzerine
eylemek tam anlamıyla tipik bir "erkeklik" pratiğidir.
Erkeğin erkek olmayan yahut kendisi kadar 'makbul erkek' olmayan
diğer herkes üzerine hak sahibi olduğu iddiası devletten okula,
aileden medyaya çeşitli söylemlerle tekrar edilmektedir. İkili
cinsiyet tanımlamaları üzerinden kurulan bu iktidar ilişkisi de
sürekli doğallaştırılarak hem meşruiyeti sağlanmış hem de
siyasal olarak tartışılamaz hale gelmiştir.
Her
türlü suç için toplumsal bağlamından bahsedebilecek iken,
toplumsal cinsiyet temelli şiddetin, sadece ve sadece faile
bağlanması sorunu çözmeye yönelik değil, yalnızca intikam
hissini tatmin etmeye yöneliktir. Bu sayede eril tahakküm de
doğallığını koruyacak ve devam edecektir. Bu anlamda iktidarın
toplumsal cinsiyet yüzü ile doğrudan doğruya bağlantılı bu
eylemlere münferitmiş gibi yaklaşmanın sorunu çözmeyle hiç bir
alakası olmadığı zaten alenidir.
Tecavüz
üzerine kamusal söylemin kendisi zaten bir denetim biçimidir.
İffetlilik üzerinden kimlere tecavüz edilebileceği tanımlanır.
Tahakkümü güçlendiren yaygın söyleme göre, iffetli
olmayanların "rızası var" olduğundan tecavüz söz
konusu olamaz; ancak bir 'masumiyet' atfedildiğinde tecavüz
olabilir. Bu "kendini tutamama" söylemiyle de paralel
ilerler. Kendilerini kontrol edemeyen erkekler dayanamadıkları için
hadım edilmelidir. Tecavüzün bir kısmını meşrulaştıran
söylemin, diğerini de münferitleştirerek suçun toplumsal yönünü
görmemekten de öte, bu tecavüzün kendisinin sebebi olan tahakküme
hizmet ettiği pekala görülebilir.
İdama
karşı çıkanlar içerisinden de iki farklı söylem kesinlikle
rahatsız edici. Birincisi, geri alınamayacak ve tazmin edilemeyecek
olması üzerinden yapılan karşı çıkış. Bu söylem yargılamada
hatalı karar çıkabileceği; ancak ölen kişinin parasal olarak
dahi tazmin edilemeyecek olması üzerinden yapılan bir iddia.
İkincisi ise, idamın "insancıl" yahut "ahlaki"
olmadığı üzerinden yapılan karşı çıkış.
Birinci
karşı çıkış suçun toplumsal yönünü yok sayan, kişinin 'hür
iradesi'ni adeta vahiy gelirmişçesine karar vermesinde bir problem
görmeyen yahut görüyorsa dahi, bunu vazgeçilebilir gören bir
pozisyon olarak problemlidir. Geri çekilerek muhalefet etmenin,
olası uzlaşmada, buluşulan pozisyonu kaydıracağına dair
aktivizme yönelik pratik argüman dışında, yargılamada hata
olmadığında idamı kendiliğinden haklı görmektir. Bu anlamda
aslında, idamı meşrulaştırıcıdır. Sadece uygulamasına
yönelik bir çalışma yapılmasını söyler.
İkinci
karşı çıkış ise, aslında idamı tartışmamaktadır. İdamın
"insani" yahut "ahlaki" olmadığı argümanı,
bize doğrudan doğruya hangi fiillere idam cezası verilmesi
gerektiğini de söyler. İdamı değil, ahlaksızlığı tartışmak
üzerinden alınan pozisyona şöyle bir cevap verilebilecektir; eğer
işlenen suç idamdan daha "ahlaksız" veya "insanlık-dışı"
ise, idam kendi kendini meşrulaştıracaktır. Aslına bu şekilde
meşrulaştırılmış cinayetler ülkemizde zaten bolca
işlenmektedir. Linç edilen kişiler, öldürme fiilinin kendisinden
daha "ahlaksız"dırlar. Hrant Dink veya Tahir Elçi
öldürülür ve hakim söyleme göre bu ahlakidir; çünkü
"devlet-düşmanı" olduğu iddia edilen pozisyonları,
idamın kendi ahlaksızlığını aşar. Bu anlamda "ahlak"
veya "insanlık" üzerinden idama karşı çıkılamaz; her
hangi bir değerler sisteminde bir başka fiil idama göre o kadar
ağır bir "ahlaksızık" içerebilir. Bu idam ve ilgili
fiilin ahlakilik kıyaslaması dışında bizi bir yere götürmez.
Bu anlamda ilki için söylenebilecek geriye çekilmiş bir pozisyon
dahi değildir, idama ilişkin bir pozisyon değildir.
Sonuç
olarak; erkek şiddetinin yöneldiği bireylere dair devlet, erkek
kimliğine de uygun olarak, bir koruma mekanizması pekala sağlamaz.
Bu korumama, eril tahakkümü ortaya çıkarma riskini beraberinde
taşır. "Masumiyet" atfedilebilenlere, mesela çocuklara,
uygulanan şiddet "doğal" görülmediğinden bu duruma
eril tahakkümü korumak için müdahale edilmelidir. İşte "doğal"
iktidar ilişkisini bozanlar da "doğaları gereği"(biyolojileri
gereği) kendilerini tutamadığı iddia edilen "sapık"lar
olacaktır. Bu "hasta" konumuna getirilmiş erkekler artık,
erkek devletin gerçek kişi erkeklerle olan dayanışmasının
dışına itilir. Bu "sapık" erkekler, erkeklik için feda
edilecektir. Eril tahakkümün şehitleri olacaktır. İdam ve hadım
da tam da budur ve bu sebeple karşı çıkılması gerekir. Suçun
toplumsallığı üzerinden kurulmayan argümanlar, idama karşı
çıkıyor olsa dahi korunabilecek pozisyonlar olamaz.