9 Nisan 2021 Cuma

OTOMASYON ZIRVASI - Astra Taylor - Çeviri

Artık olmayan Punto Dergi için çevirmiştim zamanında. Şimdi aklıma geldi bir vesileyle.


Robotların yükselişi fazlasıyla abartılıyor. Bu durum kime hizmet ediyor?




1920'lerdeki bir Hoover kataloğundan bir görsel. Bir kadın süpürürken ne kadar enerji harcadığını ölçmek için, nefesinden çıkan karbondioksit miktarını ölçen bir maske takıyor. Katalog "Hoover halı ve kilim temizlemenin en az yorucu yolunu sunuyor." iddiasında. Smithsonian Kütüphaneleri'nin Ticaret Literatürü Kolleksiyonu'ndan.

Şu anda, bir yerlerde, bir yönetici monoton bir ses tonuyla yorulmuş ve dağılmış bir astına başka birinin aynı işi daha azına yapacağını yahut başka bir şeyin bedavaya yapabileceğini söylüyor.

Piyasa toplumunun doğuşundan beri, patronlar işçilere yerlerinin doldurulabilir olduğunu söylemekten keyif aldılar. Yüzlerce yıllık bu ilişkilenme biçimi, robotlar ile yeni ve sorunlu bir yere sapıyor: İşverenler, işçileri makinelerle rekabet etmeleri üzerinden tehdit ediyor ve teknolojik determinizme oportünüstik bakışları ile paragözlülüklerinin sorumluluğunu üstlerinden atıyorlar. Bize söylenen işsiz bir geleceğin kaçınılmaz olduğu, inovasyonun karşı konulamaz aşırı gelişmişliği ile ilerlemenin insanın rızkını yutan bedeli. (İşsiz kitlelelerin gelecek hayatı; bugün kar payı, faiz, rant ve bir parmak hareketi ile banka hesaplarının büyüdüğü yüzde birin yaşadığı işsiz hayata, üzücü bir şekilde, hiç de benzemiyor.)

Otomasyon tarafsız bir süreç olarak, teknolojik gelişimin doğrudan sonucu gibi sunulsa da, durumun bu olmadığını görmek için çok yakından bakmaya dahi gerek yok. Otomasyon bir gerçek olduğu kadar bir ideoloji olmasıyla beraber, ayrıca yoksullara ve daha iyi muamele talep edecek yürekliliğe sahip işçilere ya da sadece geçinmeye çalışanlara karşı kullanılan bir silahtır.

Yalnız daha da yakından bakarsanız, işler daha da ilginçleşir. Otomatikleştirilmiş işlemler, etraflarını saran abartı ve propagandanın gösterdiğinden daha az etkileyicidir ve bazen görülemezler bile. İşler yok olmakta ve ücretler düşmekte olsa da, insanlar makinelerin yanında veya arkasında hala işleri niteliksizleştirilmiş veya ücretsizlendirilmiş olarak çalışmaktadır.

Gerçekten dikkate değer teknolojik değişimler gerçekleşmekte; ama bu işe alım sürecinin evrimsel açıdan ve genel olarak toplumsal anlamda dünyanın önceden belirli olduğu anlamına gelmez. Biz da sadece arkamıza yaslanıp, donakalmış şekilde yapay zekalı iş gücünün gelişini beklememeliyiz. Otomasyon ideolojisi ve onun yardakçısı olan insanın eskimişliği mitini daha iyi tanımalıyız.

  1. OTOMASYONUN GÖKLERE ÇIKARILMASI

İnsanın eskimişliği miti, elitlerin "15 için Mücadele"1hareketine cevaplarında tamamen göz önündeydi. Sömürülen ve düşük ücretle çalıştırılan fast-food çalışanları 2013'te ülke çapında greve gittiğinde, ki yaşanılabilir bir ücretten biraz fazlası için uğraşıyorlardı, uzmanlar grevin sadece işverenlerin burger çeviren robotlara geçişini kolaylaştıracağı için gülüyordu. Muhafazakar bir düşünce kuruluşu olan, İstihdam Politikaları Enstitüsü, Wall Street Journal'da tam sayfa bir reklam ile bu mesajı inancı azalmış gıda hizmet sektörü çalışanlarını işleri olduğuna şükretmeleri için ikna etmek adına yaygınlaştırdı.

Fast-food restoranlarına karşı sendikaların örgütlediği, günümüzde yaşanan eylemler yönetime karşı bir mücadele değildir, bu eylemler teknolojiye karşı bir mücadeledir. $15 dolar ücret zorlaması ile karşılaşan restoranlar, müşterilerin düşük fiyat taleplerini karşılamak için hizmet maliyetini düşük tutmak zorundadır. Bu, mutfakta dahi, daha az giriş seviyesi iş ve daha çok otomatize edilmiş alternatifler anlamına gelmektedir.

Eski McDonald's CEO'su Ed Rensi benzer açıklamalarıyla basının ilgisini fazlasıyla çekmişti. Rensi: "Bu sadece fast-food sektöründe böyle değil; makul bir ücrette insan sağlayamazsanız, işi makinelere yaptıracaksınız." dedi. Devamında da, işçilerin asgari ücret kanunu sebebiyle aldığından daha azının, başlangıç seviyesindeki işçiler ve lise öğrencileri gibi belli kesimlere daha az ücret ödemesine izin verilmesini savundu.

Bu açıklamaları yaptıktan kısa bir süre sonra Rensi, Forbes.com'a otomasyona dair uyarılarının ne kadar doğru çıktığına dair böbürlenen yorumlarda bulundu. "$15 içi Mücadele"ye şükürler olsun ki, McDonald's ülke çapında işçilerin yerine geçen self-service büfeleri hizmete açtı." başlığı ile yayınlanan yorumlarda, Rensi keyfini zorlukla saklayabiliyordu; ama yine de burger devinin artık gereksiz görülen işçileri için timsah gözyaşları dökmeyi denedi. "Bu ayın başında, McDonald's ülke çapında dokunmatik ekranlı self-service büfelerin hizmete sunulduğunu açıkladı." ve Rensi devam etti: "Şirketin yayınladığı yeni müşteri tecrübesini gösteren videoda, nakit girişini idare eden işçilerin, ipad tarzı bir büfede müşterilerin girdilerini izlemeye gerilediğini görmek çok çarpıcı."

Gerçekte videoyu izlediğinizde ise, sizi çarpan şey sahnenin sibernetik fütürizmi değil de tam tersi ne kadar da otomatize olmadığı. İş restorandan ayrılmamış; ancak işi yapan kişi değişmiştir. Müşterinin taleplerini giren çalışan yerine, müşteriler bunu kendileri adına bedavaya gerçekleştirmekte iken civarda bekleyen genç ve arkadaş canlısı çalışanlar masalara yemekleri getirmektedir.

Rensi'nin böbürlenmesi için haklı sebepleri kesinlikle vardı, hangi şirket ücret ödediği çalışanlarını, parasını verdiği işi yapan insanlarla değişmek istemezdi ki? Ama bu son hareketi az nitelikli hizmet işini karanlık bir yeniden adlandırma ile otomasyon olarak nitelendirmek değişen çalışma alanı dinamiğinin yersiz pohpohlanmasıdır. McDonald's müşterileri Black Mirror'da(Kara Ayna) veya Minority Report'ta(Azınlık Raporu) görebileceğimiz hiper dijital bir ticari ortama dalmaktan ziyade yüzyılın ortasındaki otomatların antika tecrübesini yeniden yaşamaktadır.

Dolayısıyla, benim önerdiğim; bizim otomasyon ideamızın kendisinin eskimiş olduğudur. Yeni bir terim olarak "sahtemasyon" daha uygun gözükmektedir.

  1. Herkes İçin Daha Fazla İş

Daha zararsız bir versiyonunda, sahtemasyon sadece bir pazarlama taktiği; işe yaramaz ürünleri son model gösterme şekli. (Örneğin, Tovala "akıllı fırın", kablosuz yerel ağ bağlantılı ve abone olunan bir teslimat hizmetindeki hazır yemeklerin barkodlarını okutarak doğru ısıtma sağlıyor. "Kendi malzemelerinizi akıllı telefonunuzla pişirin." gibi sloganlarla ve tost makinesinde pişen, aşırı ücretlendirilmiş televizyon yemekleri nadiren bunu karşılıyor.)

Reklamda gösterilen ile gerçek arasındaki fark gülünç seviyelerde olabilir; ama sahtemasyonun daha hain bir amacı da var. [Sahtemasyon], eğer ücret karşılığı yok ise, emeğin hiç bir değeri olmadığına dair bakış açısını güçlendiriyor ve bir gün bize ihtiyaç duyulmayacağı fikrine alıştırıyor.

Hollywood'un bilim-kurgu fütürizmi ve öncü teknoloji uzmanları bizi baştan çıkarsa da; sosyalist feminizm, tekno-kapitalizmin kendini pohpohlayan görüşlerinden bizi koruyacak aşıyı yaparak, [sahtemasyonun] iç yüzünü anlamamızı sağlayacak değerli görüşü sunabilir. Merkezindeki kaygısı "işin ne olduğu?" ve belirli işleri gizleyerek, ücretlendirmeyi reddederek ve aslında iş değilmiş gibi davranarak kapitalizmin nasıl büyüdüğü olduğu için sosyalist feminist gelenek çok güçlü bir kaynak.

Kadınların teknolojinin iç yüzü üzerine özel bir görüşü olduğu şaşırtıcı olmamalı: sonuçta kitlesel tüketimciliğin başlangıcından beri, başta mutfak aletleri olmak üzere(kendini temizleyen fırınlardan, kendi pişiren fırınlara olan sıçrama kısa ve oldukça üzücü), işten kurtaran cihazlar ile özgürlük vaat edilenler onlar. Buna rağmen iş yükleri azalmamış, artmıştır.

Ruth Cowan, "Anneye Daha Çok İş: Açık Ateşte Pişirmeden Mikrodalgaya Ev Teknolojilerinin İronisi" adlı çalışmasında elektrikli ütü ve süpürge gibi yeniliklerin ev hayatına kapatılmış kadınların gündelik ev işleri listesini arttırması üzerine şaşırtan bir ışık tutuyor. Bu yenilikler temizlik standartlarını arttırırken -ev içi çalışanlara dair verimlilik beklentisini iş yükleri ile birlikte arttırdı- aynı zamanda evin idaresini de daha cinsiyetlendirilmiş, yalnız ve zaman alan bir uğraşa dönüştürdü. Bu durum, otomasyonun anlaşıldığı gibi olmadığı ve iş yokluğunu pek de garantilemediğine dair patriyarkal geçmişimizden berrak bir hatırlatıcı.

Yalnız buraya ilişkin eleştiri sadece teknoloji sayesinde daha iyi yaşamlar sürdürdüğümüzün boş bir reklam sloganı olmasından daha derinlere iner. Sosyalist feministler, nicedir kadınlara yalan -cinsiyetlerinden bağımsız olarak tüm topluma yutturulan bir yalan- söylendiğini iddia etti: onlara işlerinin ücrete değer olmadığı ve bu sebeple sosyal değeri olmadığı söylendi.

İtalyan teorisyen Silvia Federici, kadınlaştırılmış ev içi emeğin -kendi deyimiyle emeğin yeniden üretiminin-, onun varlığını reddeden kapitalistler ve patronlar için hangi şekillerde olmazsa olmaz olduğunu inatçı bir şekilde analiz etmiştir. 1970'lerdeki Ev İşi İçin Ücret grubuyla yaptığı aktivizm ile başlayarak, Federici gündelik yaşamı ayakta tutan işin, gereğinden az değer gördüğü ve karşılığını alamadığını görmemiz gerektiğini iddia etmiş ve her tür ücretli işin kayıtlı ekonomi tarafından tanınması gerektiğinin dayanağını oluşturmuştur. Her köprü, her fabrika, her Silikon Vadisi uygulaması, bir buzdağı olan emeğin yeniden üretiminin yalnızca gözüken yüzü.

Bu görüş çok aşikar gibi dursa da, aslında oldukça açığa vurucu. 2017'de Toronto Üniversitesi'nde Federici'nin, bir yüksek lisans öğrencisinin otomasyonun yedek işgücü ordusunu -istikrarlı bir istihdama erişemeyen işçi yığını için Karl Marx'ın kullandığı terim- nasıl arttıracağına dair ciddi bir sorusunu yanıtlayışını izledim. Yüksek lisans öğrencisi, yakında yapılacak çok fazla iş kalmayacağı ve bir çok insanın fazlalık, gözden çıkarılabilir ve etkin bir biçimde toplum için alakasız kalacağını baştan kabul etmişti. Ben dahil, izleyicilerin çoğu onaylayarak kafasını salladı.

Federici'nin cevabı canlandırıcıydı. Sorunun, büyük otomatikleştirilmiş kıyamet geleceği ve bir çok insanın yapacak üretken bir işi olmayacağı fikrine razı gelmek olan, önkabulünü ateşli bir şekilde reddetti, tutkulu bir şekilde:"Onların seni harcanabilir olduğunu düşündürtmesine izin verme," dedi. Tam o anda, Federicinin görüşünün derinliğini anladım. Onun parmak bastığı nokta, kadınların emeğin yeniden üretimini, tarihsel olarak, ücretli iş alanının dışında yapmadığı, onların çabalarının asıl eylemi bütünleyici olduğuydu. Hatta, emeğin yeniden üretiminin tamamıyla eylemin merkezi olduğunda ve yokluğunda tüm sistemin çökeceğinde ısrar ediyordu.

Sosyal hayatın müşterek yaratımı tüm iktisadi faaliyetlerin temelindedir. O olmadan, katkı yapılacak bir GSMH, koz olarak kullanılacak mallar veya toplanacak karlar olmazdı. İnandırıldığımızdan daha önemli ve güçlüyüz – ve buradaki biz artık sadece emeğin yeniden üretimini sağlayan ötekileştirilmiş kadınlar değil, ortalıkta giderek artan post-endüstriyel prekarya.

  1. Robotik Yedek İşgücü Ordusu

Sosyalist feminizmin altını çizdiği gibi; kapitalizm, olabildiğince çok hayati önemdeki emeğin karşılıksız kalmasını güvence altına almaya çalışır. Bu, her kendimiz hesap kapadığımızda, aldıklarımızı çantaya koyduğumuzda veya internetten yemek söylediğimizde kendini gösterir. Bu örnekler, artık bayağı denebilecek kadar çok. Gerçekten de, varlıklarını fark ettiğimiz andan itibaren her Yeni Ekonomi işleminde gözümüzün önüne geliyorlar.

Geçenlerde bir akşamüstü, bir restoranda eski usül sipariş ettiğim -tezgahın arkasındaki bir kadın ile konuşarak ve nakit para vererek- bir paket yemek için bekliyordum. Öğle yemeğimin hazır olmasını beklerken, önümdeki adam yemeğini alırken afallamıştı. Şaşkın bir şekilde"Uygulama siparişimin yirmi dakika önce hazır olacağını nerden bildi?" dedi, telefonuna sarılarak. Garson: "Çünkü aslında o bendim." dedi. "Hazır olduğunda ben size mesaj gönderdim.

İşte, dijital çağda silinen bir küçük emek hikayesi. Uygulamanın kolaylaştırıcı ve dakik gözükme istekliliği; bu işlemdeki ilgili insan tarafı basitçe kestirip atmıştı. Bu sayede tatmin olmuş müşteri, sanki her şeyi gözleyen bir robot onun organik pirinç kasesini hazırlarken insan işçileri gözetliyormuşçasına, yemeğinin dijital müdahele sayesinde oluştuğu hakkında fantezi kurabiliyordu.

Her gün kullandığımız platformların ve hizmetlerin nasıl çalıştığına dair genel bir merakın yoksunluğu [otomasyonun] yanıltıcı reklamına inandığımız anlamına geliyor ve ona hak ettiğinden daha çok pay veriyoruz. Bu süreçte, insan hemcinslerimizin emeğini göremiyor ve bu emeklerine değer veremiyoruz. Sahtemasyonu gerçek şey ile karıştırıyoruz ve makinelerin aslında olduğundan daha akıllı oldukları ilüzyonunu güçlendiriyoruz.

Tanımı gereği sahtemasyon, ilgili işin asıl karakterini gizlemeyi hedeflediğinden; her yerde var olsa dahi farkına varmak bazen zor olabilir. Field of Vision serisi ile internet üzerinden yayınlanıp, Adrian Chen ve Ciarán Cassidy tarafından yönetilen 2017 yapımı belgesel "The Moderators", internet içeriklerini izleyip sansürleyen işçilerin bireysel hayatlarına az bulunur bir pencere açıyor. Yüzbinlerce insan bu alanda çalışıyor, sosyal medya akışlarında neyin gözükeceğini filtrelemek için durmaksızın kafa kesme, tecavüz, hayvan işkencesi ve diğer yaralayıcı görüntüleri izliyor.

Facebook, OkCupid ve diğer internet platformlarında karşılaştıklarımız genel olarak "iş için güvenli"2 ise, bunun sebebi algoritmaların karmaşayı çözüp görüntülenmesinden gizlemesi değil. Daha ziyade, dijital akışın içerisine mide bulandırıcı olmayan dalışlar yapabilmemizi gece-gündüz ekranlarının başına oturup içerikleri müstehcen, şiddet içeren ve saldırgan olarak etiketleyen gerçek insanların emeklerine borçluyuz. Chen'e göre, Facebook ve Google'ın resmi istihdam rakamlarından çok daha fazla sayıda insan içerik idare etme işinde çalışıyor. Sahtemasyonlar interneti yaşanılabilir bir mekan kılıyor; dijital kamusal alanı, çoğumuzu internetten yüz yüze etkileşimin nispeten güvenliliğine kaçıracak, pisliklerden temizleyerek yaşanılabilir bir yer kılıyor.

Hepsi olmasa da, bugün çoğu içerik idarecisi yurtdışında, Filipinler ve Hindistan gibi, ücretlerin nispeten düşük olduğu yerlerde yaşıyorlar. Dijital dünyamızı ayakta tutacak en karanlık işler, değerli madenlerin çevreye zarar verici şekilde çıkarılması ile sağlığa zararlı elektronik çöplerin atılmasından içerik idaresinin psikolojik zararlarına kadar, daha fakir ülkelerdeki fakir insanlara fason olarak yaptırılıyor. Tüm emek ilişkileri gibi; ırk, cinsiyet ve coğrafya rol oynuyor ve hangi işçilerin emeklerinin adil bir şekilde karşılığının verileceği ile hatta hangi işçilerin ücrete değer gerçek işçiler olduğunun kararını veriyor. Otomasyon, sahici ya da sahte de olsa, bu rahatsız edici dinamikleri bitirmediği gibi, iyice arttırıyor da olabilir.

  1. Altın Kaplama Zincirler

Çoğu kişi için, sahtemasyon konsepti, onsekizinci yüzyılda yapılmış ve satranç oynadığı varsayılan birtuhaf makine olan Mekanik Türk'ün ünlü görüntüsünü canlandırır(Gerçekte, Türk özenle hazırlanmış bir hileydi, insan bir oyuncu oyun tahtasının altında saklanıyordu). Amazon, Türk'ü kitle kaynaklandırma hizmetinin reklamı için maskotu olarak benimsedi; ki bu hizmet, devasa bir dağınık iş gücünün bölük börçük görevleri(çoğu "turker" A.B.D.'de yaşadığı halde) asgari ücretin altında sağlamasına alan oluşturdu.(Rensi gibi otomasyonun amigoları, hiçbir uygulamanın hala kızartmaların uzaktan nasıl paketleneceğini çözememesinden müthiş hayal kırıklığına uğruyor olmalılar). Amazon'un küstah sloganı "yapay yapay zeka" bir çok işin korkunç bir şekilde az ücret ödenen insanlar tarafından robotlardan daha iyi yaptığını kabul ediyor.

Yalnız benim anladığım şekli ile, sahtemasyonun daha iyi bir selefi Thomas Jefferson'un salak garsonu olurdu – bu, eğer günümüzde icat edilseydi, Silikon Vadisi'nin zeka-fetişisti argosuyla büyük ihtimalle "akıllı garson" olarak adlandırılırdı. Jefforson büyük bir Amerikan düşünürü ve mucidi olarak takdir toplamış biri. Ama aynı zamanda muhtemelen ilk büyük Amerikan sahtematörü olarak da övgüyü hak ediyor. Efsanevi konağı, Monticello, bir çok yaratıcı cihazla doluydu.

Jefferson, salak garsonu kendi icat etmedi; ama hevesli bir kullanıcısıydı; Monticello'nun websitesi açıklıyor ki: "Salak garson'un – bir kısmı Monticello'da yapılmış olan – masaya sürülebilmesi için küçük tekerlekleri vardı. Jefferson'un görevi süresince Başkan'ın Evinde akşam yemeğine davet edilmiş bir misafirin anılarına göre:'her bir kişinin yanına, yemeğin başından sonuna kadar gerekecek her şeyi barındıran, bir salak garson yerleştirilmişti.'".

Thomas Jefferson Vakfı tarafından yapılmış bir Youtube videosu daha da ayrıntıya girerek, tarihi cihazın tam olarak nasıl işlediğini gösteriyor. Biz, salak garsonun antika tasarımına hayret etmeye teşvik edilirken, yumuşak bir sesli anlatıcı Jefferson'ın aletlerindeki zalimliği uygun bir şekilde anlamakta zorlanıyordu:

Jefferson'ın yemek odasında, aptal garsonlar şöminenin iki tarafına kurulmuştu. Bir ağırlık aşağı indirildiğinde, yemek odasının hemen altındaki şarap mahzeninden bir şişe yukarı çıkar. Yemek odasının hemen dışında üstünde raflar olan bir döner kapı vardır, böylece yemek sunuma hazır olduğunda üst kata çıkarılıp raflara kurulabilir ve kapı odaya döner. Bu cihazlar misafirleri hayran bırakır; ama bu aynı zamanda misafirlerinden bir şeyi saklamasını sağlar ve bu sır köleliğin gerçekliğidir... Jefferson'ın misafirlerinden biri, Jefferson'ın yaptıklarının notlarını aldı Notlarında Jefferson'ın, sanki daha iyi hale gelebilirmişçesine bahsettiği, "sağaltıcı kölelik" diye tanımladığı bir şeyden bahsettiği vardı – ve onun gözlemleri basitçe şuydu: Jefferson köleliğin zincirlerini altınla kaplamaktan başka bir şey yapmıyordu.

Jefferson zincirleri, onların görünürlüğünü zorlaştırarak, altınla kaplıyordu. Köleler(videonun garip seslendirmesindeki ifade ile "köle topluluğunun üyeleri") sıcak yemeği pişiriyor, raflara koyuyor ve akşamın yemeklerinin büyü ile yapılmış gibi gözükmesini sağlıyordu. Bazı görünmez eller kirli tabakları hızlıca yok ediyordu. Köleler ayrıca efendilerinin ve onun misafirlerinin istediği herhangi bir şarabı yüklemek için mahzende bekliyordu. Otomatikleştiştirilmiş gibi gözüken zenginliğin görüntüsü Jefferson tarafından öyle bir azimle geliştirilmişti ki, ciddi miktarda ek emek gerektiriyordu – emeği görünmez kılmanın emeğini.

150'den fazla yıl sonra, Detroit'te Amerika'nın en güvenli ve simgeleşmiş işi olarak gözüken işlerde – otomobil montaj hattı - çalışan siyah işçilersahte yeniliğin yeni bir formu ortaya çıkardılar. Radikal örgütçü ve editör John Watson, 1968'de şöyle dedi; "Hızlanma, kötü çalışma şartları, otomasyon", ki bu "bir siyahın daha önce üç beyaz tarafından yapılan işi yapması anlamına gelir", daha iyi bir şekilde "zencimasyon" olarak anlatılabilir.

Dan Georgakas ve Marvin Surkin'in Detroit: Ölmemin Sakıncası Var'da açıkça belirttiği gibi; bu terim iyi bir nedenle yaygınlaştı:"1946'da, 550.000 otomobil işçisi üç milyondan fazla araç üretmişken; ama 1970'te 750.000 otomobil işçisi sekiz milyondan fazla araç üretti." Bu aşırı hızın insanların hayatlarını ve sağlıklarını mahveden bir bedeli vardı, milyonlarça işçi sakatlandı veya öldü; bir çalışmanın tahminlerine göre "her gün otomobil işçileri arasından altmış beş kişi ölüyordu". Otomobil endüstrisi yöneticileri endüstrinin üretkenlilik patlamasının sebebi olarak makinelerin gelişmesine bağlıyordu; ama çoğunluğu siyah olan iş gücü biliyordu ki aslında, otomasyon değil, eski usül sömürü idi: ağır iş yükleri ile güvenliksiz, sağlıksız şartlar.

  1. Makine Rüyaları

2000 yıl önce Aristo, kölelik ve sömürüyü bitirecek olan, kendi kendine dokuyan bir tezgah hayal etti. Ondokuzuncu ve onsekizinci yüzyıllarda Luddit'ler, yeni makinelerle gelen hakimiyet ve yoksulluğa karşı protesto olarak dokuma tezgahlarını bozdular, ve sadece haksız bir şekilde ilerleme düşmanı olarak hatırlandılar. Günümüzde, işten kurtaran cihazlar hakkındaki iyimser hayallerimizde, çoğu zaman sormayı unutuyoruz: Tezgahların sahipleri kimler?

Bir cenerasyon önce hayal edilmesi dahi zor olan teknoloik imkanların şu an mevcut olduğunu reddetmeden ve yapak zeka ile makine öğrenimi3 ve görüsü yeni bir kısım işleri risk altına soktu. Kimi endüstrilerin tamamı şimdiden yok olacak ölçüde otomatikleştirildi: Kodak dijital fotoğrafçılık ve İnstagram tarafından yok edildi, Netflix ve Amazon Blockbuster4'ı öldürdü, ve ATM'ler sayısız banka veznedarını işe yaramaz hale getirdi.

Sorun, sanki "bozucu yenilik" hiçbir yerden gelmiyormuş gibi veya sınıf çatışmasında derin kökleri olan bir şeyin üzerine üstüne suç yüklenemez bir kaçınılmazlık üfleyen serin bir meltem gibi doğalamışçasına, sadece teknolojik etmenlerin üzerinde durmak. "Robotlar işlerimizi çalıyor." söylemi, teknolojiye (henüz?) sahip olmadığı bir öznelik atfediyor, halbuki "kapitalistler, daha da zengin olmak için insan işçileri zayıflatacak ve onların yerine geçecek robotlara yönelmiş yatırımlar yapıyor" daha az ilgi çekici ama daha isabetli.

Kapitalizm işçilerin saldırıya açık olmalarına ve böyle hissetmelerine ihtiyaç duyar, ve otomasyonun teknolojik boyutuyla beraber ideolojik bir işlevi de olduğundan, solcuların teknolojik değişim ve bununla ilgili ne yapılması gerektiği ile ilgili konuşmalara müdahil olması gerekmektedir. Sahip olan sınıfın otomasyonun, üretimin sonraki aşaması olarak hükmü önceden verilmiş olmasına dair boşboğazlığına teslim olmak yerine, öngörülü ve makul istekler ile karşılık vermeliyiz: isteyen herkese anlamlı iş için federal garanti veya çalışma haftasında kayda değer bir azalma ile iş paylaşımı gibi. Uzmanlar, robotların devralması ile kitlesel işsizlik tahmin ederken, biz robotların kollektif mülkiyeti ve 1970'lerde sosyalist feministlerin Her İş için Ücret5(sadece patronların kıt bir ücrete uygun gördüğü işler için değil) sloganını güncelleyen bir evrensel temel gelirin ilerici çeşidini de dahil eden, çalışan statüsünden bağımsız cömert sosyal yardımlar için çağrılar yapmalıyız.

Otomasyona ilişkin hem tehlikelerim hem de imkanların farkına varırken; teknolojinin mevcut ve potansiyel imkanlarını, emeğin ve ücretin organizasyonunun kaçınılmaz ve aşırı sömürücü bir yolu olarak bağlayan retorikte sürekli gedikler açmalıyız. Sahtemasyonun, otomasyon olarak tanınma çabalarını ifşa etmeliyiz.

Tabii ki de, kapitalistler çalışanların güvencesiz, birbirleriyle karşışıya gelmiş ve geleceğin ne getireceği hakkında ürkmüş olmasını istiyor. Tabii ki de, eğer karşı saldırırsak ve bizim yerimize geçecek robotların hurdalarından fazlasını istersek, bir tuşa basılmasıyla otomatikleştirilebileceğimizi düşünmemizi istiyorlar. Durumun aslında böyle olmasını istiyor olabilirler ve şüphesiz ki servetlerini böyle gözükmesine yatırıyorlar. Ama, bu durum ve hatta benzeri herhangi bir şey hakikate yaklaşamıyor dahi. Eğer o otomatikleştirilmiş kıyamet günü aslında yakın olsaydı, bunu öyleymiş gibi göstermek için bu kadar uygulamayı icat etme ihtiyacında olmazlardı.

Astra Taylor İnsanların Platformu: Dijital Çağ'da Gücü Geri almak ve Kültür'ün yazarıdır.




Bu yazı Logic'in beşinci sayısı "Hata"'da yayınlanmıştır.
https://logicmag.io/failure/the-automation-charade/


1ç.n.:asgari ücretin saatlik 15 dolar olmasına yönelik siyasi hareket

2ç.n. ingilizce "sfw - safe for work", müstehcenlik ve aşırı şiddet içermeyen, "-18" olarak adlandırabileceğimiz görüntüler için kullanılıyor,

3ç.n. Machine Learning yerine uzlaşılmış bir Türkçe kavram ne yazık ki yok.

4ç.n. Amerika'nın zamanında en yaygın video/film kiralama servisi.

5Wages for All Work

7 Haziran 2020 Pazar

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı ve Ehlileştirilen İsyanlar

A.B.D.’de George Floyd’un ölümüyle başlayıp, bütün ülkeye yayılan isyan dalgası boyunca, bir çok başka isyanda olduğu gibi, barışçıllık üzerinden bir tartışma aldı başını gitti. Dükkan yağmalayan eylemcilerin kınanması veya “öfkelerini kusmalarının haklılığı” üzerinden savunulması gibi siyasiden çok ahlaki veya belki insani denebilecek düzlemde kalan bir tartışma var. Bir de kimi yerlerde gerek polisin, gerek kolluğun “halden anlar” tavırları yüceltiliyor. Bu ikincisinden de toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı sanki toplumsal bağlamın dışında bir varlığı olan ve kutsal bir değer olarak görüldüğünü görüyoruz. Sonuçta insan hakkı, yani seçtiğiniz yoruma göre “insanın, sırf insan olduğu/insan onuru için doğuştan sahip olduğu haklar”, kavramsallaştırması da bu hakların doğallığına bağlı kutsiyetine dayanıp, bu sebeple de dokunulmaz olmasına dayandığı için bu toplumun dışında varoluşunun buradan kaynaklandığını pekala varsayabiliriz.
 
İnsan haklarının doğal olduğunu kabul edecek olsaydık dahi, tipik bir “is/ought” sorunuyla karşılaşırdık. Yalnız doğal bile değiller, biz primatlar sürü halinde yaşarız. Fiziki gücümüzün kapasitesi gereği de toplumsal yaşamdan önce sürüden ayrılanları kurt kapacağından bir sonraki jenerasyona dayanışmacı olmayan eğilimlerin aktarılamayacağı yüz bin yıllar geçirdik. Buradan dayanışmanın olması gereken olduğu sonucuna ulaşamayız yukarıdaki “is/ought” sorunu sebebiyle; ama bireyden topluma geçiş veya doğa durumundan sivil topluma geçişin sadece kötü bir faraziye olduğunu görebiliriz. Olsa olsa sürüden topluma geçişte bir anı kırılma seçip, o an için sivil toplumun kuruluşundan bahsedilebilir. Çoğunlukla ilk normun bu sürü halinden çıkılan an olduğu haklı bir şekilde var sayılır; ama bu konu bu yazının kapsamının çok dışına çıkar.

 
Konumuza hemen olmasa da adım adım dönersek toplum öncesi bireyler olarak değil, sürü halinde yaşadığımızdan “özgür” bireyler olamayacağını çıkarabiliriz. Bunu biraz daha açmaya çalışırsak; bireylerin aralarında bir sözleşme yapmadan önce sahip oldukları haklar olamaz; çünkü haklar veya özgürlük topluma özgü kavramlar. Sürü hali ile sivil toplum arasındaki ayırıcı farkın da en az bir normun varlığı olmasına değinmiştim(hala bireylerin tek tek var olduğu “doğa durumu” konuşmuyoruz umarım), normun olmadığı yerde hangi etkinliği yapmakta özgür olup olmadığımıza dair bir tartışma nasıl olabilir veya neye hakkımız olduğuna yahut neyin sorumluluğumuz olduğuna? Farkındaysanız bu kavramaların hepsinin içeriğinde dayanılan bir çeşit norm yatar. Bu normun kaynağının neresi olarak görüldüğü, meşruiyetini nerden aldığı çeşit çeşit olsa da, hak kavramının kendisi bir norma atıf yapmadan zaten anlamsız bir ses dizisinden başka bir şey olmayacaktır. Bu sebeple de hür iradeye inanıyor dahi olsanız, olmayan şeyin(konumuzda haklar) korunmasına dair bir irade koymaları da pek tabii ki mümkün olmayacağından, sözleşme öncesi doğal haklardan bahsedilmesi de pek mümkün değildir. Bu bağlamda doğa durumu faraziyesi sürdürülse ve bireylerin iradesi tek tek olsa dahi olmayan şey üzerinde tasarruf edilemeyeceğinden, zaten ilk normla toplum kurulacağından toplumun sözleşme ile kurulması ve bu sözleşme dışında bırakılan / bırakılması gereken / dokunulamayacak haklar da temelsizdir.

 
Peki “Bu insan hakları faraziyesinin, bu hakların böyle aşkınlaştırılmasının bir zararı yok, hatta yararları var, sadece işlevsel bakamaz mıyız?” denemez mi? Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı da bu temelsiz insan hakları faraziyesine dayalı ve bu anlayışın temelsizliği, herhangi bir talepten sonuç almayı imkansızlaştırdığını iddia ediyorum. Şöyle ki; bu anlayışsa göre, haklar toplumun dışında bir varlık olarak zaten varlar. Yani özgürlük, haklar, sorumluluklar toplumda kurulmuyor, kendiliğinden bir varlığı var. Sorun kişilerin o hakka sahip olmaması veya şu özgürlüğü olmaması olamıyor; çünkü adeta büyü gibi bir şeyle doğuştan zaten sahipler. Dünya dışında var olan hakların ve o hakların bedenlerinden bağımsız sahiplerinin de bulunduğu ikinci bir evreni de zorunlu kılıyor. Fiziksel evren dışında bir varlık evrenini, cinler periler için kabul etmezsek “insan hakları” için niye kabul etmeliyiz?

 
Bu noktada, “E iyi ya, kutsal/aşkın/dışrak görülüyorsa tam tersi daha da işlevsel olabilirler.” denebilir. Yalnız sorunun hakkın olmamasından çıkarıldığından; çünkü hakların toplumun dışında kendi varlığı olduğuna değindim ve işlevsizleşme de zaten tam da buradan kaynaklanıyor. Toplumun dışındaki bu haklarla ilişkin tartışmaların içeriği de aşkın bir alanla ilişkileniyor. Toplumun dışında, maddi dünyanın konusu da olamayan haklar kendi başlarına amaç olarak görülüyor. Mesela toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ne anlam ifade ettiği, niye olduğu, nasıl bir araç olduğu değil; bu kutsala erişmek tartışma konusu yapılıyor. Bütün bu kutsal nesnelere(insan hakkı olarak görülen haklara) erişenler de “gerçek insan” olmanın hazzını yaşıyor. Hak mücadelesi, hakkı kazanma mücadelesi olmaktan çıkıp; zaten hakkı olana erişmesi veya hakkın ihlalinin engellenmesi mücadelesine dönüşüyor. Bu insan olma anlayışını, sıkça kullanılan “insanca yaşamak” şeklindeki antroposentrik bakışta görebiliriz. Dahası bu insan hakları inanışı, siyaset başlığında konuşulan meseleler adeta siyasetsizleştirilip, isyan gibi her unsuruyla maddi bir siyasi etkinliği dahi toplumun dışında gördüğünden toplumsalın dışındaki kendi evrensel ahlakı ve benzeri aşkın veya dışrak şeylere atıf yaparak konuşmayı zorunlu kılıyor. 

 
Peki bu nasıl oluyor? İnsan hakları inanışının kendisi de metaetik olarak moral realist. Doğa durumu iddiası ile de naturalist bir realizm perdesi çekiyor; ama bu doğa durumu iddiası yukarıda belirtildiği gibi temelsiz. Bundan da bağımsız olarak, hakları toplumu aşan bir konuma yerleştirilmesiyle zorunlu olarak non-naturalist bir ahlak inanışı halini alıyor. Moral realizmin halihazırda kendinden menkul ahlaki doğruların varlığını savunması da siyasete veya toplumsala bir alan bırakmıyor. Doğrular zaten hali hazırda varlar, sadece buna uyup uymamak bir sorun.
Bu elinde meşaleleri ve dirgenleriyle lordlarına isyan eden köylülerin, fabrikaları yakan işçilerin, tarım aletlerini bozan marabaların isyanını haksız kılıyor. Onlar barışçıl değiller veya haklarının ihlal edildiğini söylemiyor, hak talep ediyorlar yani evrensel doğrulara karşı geliyorlar. İsyanlar, günümüzün ezilenlerin güç alanlarında temsili veya sesi duyulmasından ibaret siyasetiyle de uyan bir biçimde, iktidar yapısını veya muktediri değiştirme yetisini yitiren bir hale sokulmak isteniyor. Zaten bu şekle büründüğünde artık isyan olmaktan çıkıyor. Bunun itirafı da hakkın adındaki “gösteri” yürüyüşünde beliriyor. İsyan, yıkıcı(buna içkin yeniyi yapıcı) hali yerine bir “gösteri” halini alıyor.

 
Polisin eylemleri korumalarını beklediğimiz (nasıl uygulandığından bağımsız olarak) konuya ilişkin normlardan ve tek tük denk gelen bu hukuk normlarına uyumlu uygulamalardan ortaya çıkar. Polisin koruduğu bir isyan kelimenin içini boşaltmaktan başka bir şey olmadığından, bu olsa olsa bir gösteri olabilir, tıpkı bir konserin güvenliğinin sağlanması gibi. İsyan eylemin araç olacağı sonuç değil, eylemin kendisi, yani büründüğü gösterinin kendisi, amaç halini alıyor. Eylem toplumun dışında değerlendirilen bir kavram haline getirildiğinden, toplumsal alana dair maddi bir tartışma yetisi törpüleniyor. Konu eylemin somut amacından, soyutlaştırılmış bir protesto hakkı, yani protesto gösterisi, haline geliyor.

 
Barışçıllık talebine vurgu yapmayan diğer kanatta da öfke ve diğer kimi duyguların kontrollü salınmasına dair bir araç olarak görülme eğilimi de yapılan yorumlarda dikkatimi çekti. Duygular; herhangi bir etkinliği gerçekleştirme istenci olarak görülmeyip, sebep sonuç ilişkisi tersine çevrilirmişçesine kurtulunması gereken, boşaltılması gereken şeyler olarak değerlendiriliyor. Bu söylemde “aksi halde daha kötü olacağı”nın zımnen ifade edildiği kolayca görülüyor. Bu anlayış; kontrollü bir şekilde, yani amaçsız veya amaca ulaşmaya elverişsiz şekilde, salınan duygular ile sistem korunabileceğini düşünüyor. Aksi halde duygular gerçekten sonuca ulaşabilecek bir siyasi istenç olabilir. İzin verelim, bu duygular gösteri yoluyla salınsın. Barışçıl olmasa dahi toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını, insan hakkı olduğu için savunmayı talep eden bu versiyonun daha da kutsallaştırdığı bile iddia edilebilir; ama buna dair benim bir iddiam yok.

 
Yukarıda bahsedilen ehlileştirmelerin sonucunda; mitinglerin/toplantıları siyasi gücü değiştirici işlevi tabii ki de pek kalmıyor. Etkinliğin katılımcılarının ortak anılarının oluşturulduğu, bunun üzerinden bir dayanışma ve birlik hissinin geldiği, katılımcılar ve/veya destekçileri arasında bir ortak kimlik inşası sürecine hizmet ediyor. Ya var olan kimlikleri güçlendiriyor ya da çok daha derinden etkili bir gösteri ise yeni kimlikler ortaya çıkarıyor. Yakalara takılan yeni bir etkiket oluyor. Bu etkikete sahip olanlar olmayanlar arasındaki, o kimlikten olanlar olmayanlar arasındaki, yani daha genel söylersek grup içi ve dışı arasındaki bağın da daha da kopmasına, deneyimlerin farklılaşmasına sebep oluyor. Amaca ulaşma değil, amaç sahibi olma yetisini dahi kaybetmiş bir etkinlikten bahsettiğimizi unutmazsak, bunun çok aşırı bir spekülasyon olduğunu da söyleyemeyiz diye düşünüyorum.

 
Son olarak bulunduğumuz ay nedeniyle Pride’a ilişkin pek de konuşulmayan ve bu gösteriye dönüştürmenin dışında, kapitalizme nasıl entegre edildiğine dair uç bir örnek paylaşmak istiyorum. İsveç’teki veya İsrail’daki artık herkesçe bilinen “pinkwashing” bir yana, Londra’da Pride bir gösteri yürüyüşü değil, bir festival gibi sınıflandırılıyor. Londra Belediyesi, Pride organizasyonundan kira v.b. ücretler alıyor. Buna bağlı olarak da yürüyüş yapmak istenen gruplardan ücret talep ediliyor. Yüz binlerce pound’u bulabilen bu ücretlerin karşılanabilmesi için şirketlerden sponsorluk alıyor gruplar. Sloganınızın yazdığı pankartın yanında, belki daha çok dikkat çeken biçimde, “Barclay’s” yazabiliyor. Dahası kimi gruplar sponsor bulamayıp katılamayabiliyor. Bu bağlamda bakıldığında siyasi özelliğini tamamen yitirmiş, bir gösteriye dönüşmesinin en uç hali yaşanıyor.

 
Sonuç olarak, hem barışçıllığa odaklanan hem de barışçıl olmasa dahi sırf gösteri olarak savunulan bir hak halini aldığında isyan, artık bu şekilde adlandırılamayan, amacı olabilme kabiliyetini yitirmiş bir etkinlik halini alıyor. Siyasi bir etklinlik değil, dualist evrene dayalı bir teolojinin ritüeli oluyor. Gösteriye döndürme de her zaman Londra’daki gibi alenen olmasa da, sosyal medyada “iyi polis” diye övülen videolardan birinde Genesee County Sherifi Chris Swanson nasıl ağzından kaçırıyor: “I wanna make this a parade, not a protest”


14 Nisan 2020 Salı

Symposion'la Karşılaşmalar, Sayıklamalar

Antik Yunan’dan herhangi bir şey okuduğumda sadece “Off ne boş yapıyorlar ya!” tepkisi verebiliyorum. Sanırım felsefeye uzak kişilerin “Felsefe zaten boş yapmak değil mi?” tepkisi ile Antik Yunan’a verilen önemin bir ilişkisi var. Zaten felsefeden çok tarihiyle uğraşan, yazılanın yorumlanmasıdan ibaretleşmiş akademinin kamuyla ilişkisizliği de biraz bu hantallıktan. Neyse, Symposion da öyle bir eser; ama şöyle bir farkla okurken çok eğlenceli. Genel olarak Platon’un sohbet havasındaki üslubu(burada böyle tırnak içinde diyalog yazıp tribe girilir aslında) çok akıcı olmayabiliyor; ama metinde içkili atıp tutan erkekler havası baya baya alınıyor.

Metnin en ünlü kısmı malum(günümüzdeki şöhretinde Coelho’nun büyük payı olsa gerek) androjen insanlara yönelik öfkesiyle Zeus’un insanları ikiye ayırması ve sevginin aslen insanın kendi eşini/benzerini araması olmasına ilişkin Aristophanes’e anlattırılan hikaye. Bu hikayeden kendi çıkardığı ders ise bize oldukça tanıdık.

Hikayede, kişilerin kendisiyle aynı veya farklı cinsiyeti sevmesinin kökeni de böyle bir özleri olduğu iddiasına dayandırılır. Hatta bu yapılırken diğer cinsiyeti sevme ile mantık zincirinde bir boşluk oluşturan aşırı libido da ekleniverir. Yalnız benim değineceğim kısımda erkek seven erkeklerin, bu sevgisinin kimilerince sapkın görülmesinin yanlış olduğunu ve tam tersi bunların özünde daha çok erkeklik olduğunu bu yüzden erkeklere yöneldiği ifade edilir. Zaten metinde kadınlara olan sevginin, kadınlığın daha aşağı görülmesi sebebiyle, küçümsendiği bolca görülür.

Erkeklere olan ilginin o kişinin özündeki daha çok erkeklikten kaynaklandığı ve bu sebeple de daha çok el üstünde tutulması fikri günümüzden, bu coğrafyadan bir deyişi hatırlatıyor, “Erkek adam erkek siker.” Erkekler içi sosyalleşmede homofobinin ısrarlı şekilde kendini göstermesi erkeklik üstüne yazılmış herhangi bir toplumsal cinsiyet çalışmasında zaten görülür. Erkeklik sürekli ispat edilmesi gereken, sürekli ulaşılması gereken bir amaç olarak heteroseksüelliği de içinde barındırır vs. vs. Bu şaka yollu laf da heteroluk üzerinden erkekliğin sürekli kanıtlanması ihtiyacına cevap veren bir işleve sahip. Kendiliğinden bir oluşu tahayyül edemeyince, tekil temelli bir var olma hali öngöremeyince bu rekabetler de düşüncelerin kaçınılmaz parçası oluyor sanki.

İşte bu kendiliğinden oluşun çoğunlukla kenara atıldığı söylenebilecek symposion’da da, sevginin nasıllığı vs. üzerine konuşulurken hangi durumda övüleceği ve güzel olacağı anlatılır. Yani bir nevi meşru olan sevginin ne olduğu söylenir. Pausanias konuşmasının başlangıcında iki Afrodit’ten bahseder, biri göksel(Urania) biri kamusal(Pandemos). Tabii ki de göksel(ilahi?) Afrodit övgü alırken kamusal olan yerilir.

Metinde pek tabii ki kişinin içselliğine olan sevgi övülür, kişinin sabit bir özü olup olmadığına dair tartışma dahi yoktur, üstüne bu kişinin özüne yönelen sevgi ilahi görülür ve bu sebeple de meşrudur. Tıpkı pre-modern siyasetin meşruiyetinin de göklerden gelmesi gibi. Yerilen ise kamuya ait olan, insandan gelen, seküler olan. Sevginin kutsallığı bir zincir halinde kopulamayan, ayrılmanın kötü görüldüğü ilişkilere korunması ayakta tutulması gereken kutsal aşklara ve belki de buradan saygı duyulması gereken, kutsal görülen çeşitli ilişkilenmelere(aile gibi, toplum gibi) götürür bizi.

Meşruiyet yer yüzüne indiğinde kendi zamansallığından(sekülerliğinden) alırken meşruiyeti, bir anlatıyla kendini ispat yükümlülüğü gelir. Ezeli ve ebedi anlatılar üreterek bu zamansal meşruiyetini kurarken belki de eski araçlardan yararlanıyordur; çünkü Aristophanes’in anlatısı da aslında bu ezelilik ve ebedilik iddiasına oldukça yarayabilir. Sevginin meşruiyeti ise modern dönüşümüne geç başlayan ve modernite içinde zirve yaptığını dahi görmediğimiz bir dönüşüm içinde.

Bu dönüşümlerden biri de kapitalist modernitenin maddi şartlarının ortaya çıkardığı serbest flört piyasası ve bu piyasanın ortaya çıkardığı “incel”ler. Flört serbest piyasasının dijital araçları(Tinder vs.) kolay erişilebilir bir cinsel haz iddiası ile ortaya çıkıyor. Günümüzde artan erkek hakları aktivizminin önde gelen toplumsal hareketlerinden incel grupların bu uygulamaların verilerini kendi argümanlarında nasıl kullandığını da görüyoruz. Erişilebilirlik bir tartışma konusu yapıldığı anda liberal bir buna erişme hakkı, adeta bireyci bir fırsat eşitliği de beraberinde geliyor. İşte sevgi nesnesi olmamalarının sebebini bu serbest flört piyasanın beklentilerine, bu piyasanın değerlemesine uygun olmayan bir özleri olduğuna bağlamak da popülerliği giderek artan “incel”liğin başat iddialarından.

Yani görülüyor ki meşruiyet yeryüzüne inerken, kendinden önceki bazı parçaları ya beraberinde almış, alamadığı bazılarını ise bırakmamış; ama halının altına süpürmüş. Ordan burdan pörtlüyor. Toplumsal bir değerlemedeki(flört serbest piyasasında arzu nesnesi olarak değer biçilmesi) konumlanmaları belki ilahi öze dayanarak yapılmıyor; ama yine de kamusaldan çok göksele yakın görülebilecek biyolojik bir öze dayanabiliyor. “Chad” olmaya atfedilen spesifik çene yapısı, bahsedilen “incel” örneğinde buna oldukça uygun.

Diotima ve Sokrates arasında geçen kısmında metnin ilginç bir iddia ortaya atılır. Sevgi daimon olarak tanımlanarak yukarıda bahsedilen ikiliğin ortasında tanımlanır. Burada ortası olmasına vurgu yapmak gerek, dışında veya bütünlüğünde değil. Bu arada derede kalmışlık hali kültürel/toplumsal/kamusal olan ile ilahi/göksel/özsel olanı aynanda barındırabilecek bir belirsizliği hatırlatır. Sanki sürüden topluma geçişin belirsiz ve tahmini noktası olan haram birleşme yasağı/ensest tabusu gibi veya moderniteye geçişte belki de benzer bir noktada olabilecek Machiavelli gibi. Yine de ikilik üzerinden düşündüğü için şeylerin kendi oluşlarındaki farklılığa değil dışsal bir farklılığa atıf yapan bir yerde kalıyor gibi. Zaten penia(yoksunluk) ile poros’un(çare-ilgili yoksunluğun çözümü olsa gerek burada) çocuğu sevginin özünde güzelliğe düşkün olması ifadesi de tam böyle dışsal bir varolmayı ifade etmiyor mu?

İşte bu ikilik, modernitenin saptığı kartezyen yoldan ileri gelir; ama yeryüzüne inmenin tek yolu bu muydu diye sormaktan da öte, şunu dahi sorabiliriz: Hem metindeki hem de verilen incel örneğinde veya sürekli ulaşılmaya çalışıldığı ispat edilmesi gereken erkeklik özünün kabulünde olduğu gibi, bu durumlarda gerçekten yeryüzüne göklerden inildiği söylenebilir mi ki? Yoksa bir ayağımız göklerde, güneşte değilse bile ayda mı? İkilik yeryüzüne inmemize izin vermediyse post-modern derken neyin sonrasından bahsediyoruz, belki de yaşadığımız dünyanın mütehakkim düşünsel evreni hala zirvesini bile görmediğimiz ve tırmanan adına modern denmiş -zamansallığı ile seküler; ama dünyadanlığı meçhul- ikilik düzenidir.





10 Eylül 2019 Salı

TOPLUMSAL CİNSİYET KİMLİKLERİNİN DOĞALLAŞTIRILMASI ÜZERİNE



2019’un Ağustos ayında Gazete Duvar’a[1] da yansımış olan ve aslen sosyal medyada ve internet sitelerinde devam eden feminist tartışmanın temeli nedir? Söz konusu temeli anlamak için, transaktivizm içerisinde yaygınlaşmış sloganların kaynağı olan tek bir fikre bakmamız gerekir. Bu fikir ve ona dayanan argüman, bence, transların haklarını ve hatta ataerkillik, heteronormativite veya ikili cinsiyet düzeni olarak üretilen iktidar yapıları altında ezilen grupların haklarını savunmak için elzem değildir. Hatta tam tersine, cinsiyet temelli tahakkümü güçlendirmesi sebebiyle, transaktivizm ile feminizm arasında bir ortaklık kurulması için bu argümanın aşılması gerekmektedir. 
 
Bu tartışma esnasında hep etrafında dolaşıldığı halde sorun olarak görülmemesine çok şaşırdığım bir konu var: doğallık. Kelime doğrudan kimse tarafından kullanılmıyor; ama ona dolaylı göndermeler bulmamak da mümkün değil. Transaktivizmin tamamını tartışmayacağım, sadece herkesin doğuştan toplumsal cinsiyet kimliği olduğu iddiasını ele almak istiyorum. Doğadan başlamayı zorunlu kılan bu kavramda insan merkezciliğin kibri var. Neden bunu söylüyorum? Ataerki, ikili cinsiyet rejimini kendisini meşrulaştırmak için kurmuştur. Cinsiyet kimliklerinin doğuştanlığını ve cinsiyetin doğallığını savunmak, insana özgü toplumsallaşmanın dahi doğallık üzerinden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Toplumsal iktidar ilişkilerini meşrulaştırmak için ilişkiye girenlerin statülerinin doğallaştırılması, doğanın insanmerkezci bir bakışla ele alındığını gösterir. Zira böylece evrendeki başka varlıklar ile aramıza doğal olduğu iddia edilen bir katman ilave edilmiş olur ve sadece insan sosyalleşmesine özgü bir durum varlığa içkin kabul edilir. ‘İnsanmerkezciliğe içkin kibir’ derken kast ettiğim budur. Ancak bu yazıdaki amacım, doğanın haklara erişmenin meşru gerekçesi olarak sunulmasını tartışmak olduğu için, insan merkezcilik sorunu üzerinde daha fazla durmayacağım.

             Her ne kadar fertlerin hür iradesi olduğu ve bu hür irade kapsamında ‘sorumluluklandırılmaları’[2], aslında toplumsallaşmanın başlangıcıyla eş zamanlı sayılabilse de, bunu kurumsallaştıran modernitedir. Modernitenin hukuk tahayyülünün temelini kartezyen zihin-beden ikiliği oluşturmuştur. Bu zihin-beden ikiliği de; zihinde doğal olmayanı, toplumsalı, hür irademizi; bedende ise doğallığı ve kontrolümüz dışındakini bir araya getirmek suretiyle ‘insan’ı kurar. İşte bu ikicilik bağlamında, “doğal olan” sorumluluğumuz dışında olduğundan modern hukukun dışında bırakılması meşru görülmüş; ama elbette, neyin doğal olduğu ise zamana ve mekana bağlı olarak günün iktidar ilişkileri çerçevesinde tekrar tekrar tanımlanmış ve değişmiştir. Siyasal ve toplumsal iktidar ilişkilerinin bir yansıması da ‘epistemolojik baskı’ olarak böylece kendini göstermiştir. Muktedir, etkin bilgi üretimini, yani ortak kaynaklara erişimi ve bilgiyi ikna edici bir şekilde sunma yetisini denetlemiş ve doğalın ne olup olmadığını saptayarak modern hukuk kapsamında fertlerin sorumluluklarını çizmiştir.

           Meşru olan ile olmayan arasındaki sınırlar da bu ‘doğal olan’ çerçevesinde belirlenmiş olduğu halde, direnen grupların kimi kazanımları bazen iktidarı dönüştürmüş ve ayrıca, iktidar da zamana ve mekana göre kendini değiştirmiştir. Bir örnek vermek gerekirse, Anglosakson dünyada kendini “born this way” sloganıyla gösteren ve ülkemizde ise “yönelim/tercih” tartışması biçiminde eşcinsel haklarıyla ilgili kampanya da, iktidarın, sınırlarını kendisinin çizdiği ve meşrulaştırdığı doğallık ekseninde sıkıştırılmasıdır. Burada ‘muktedir’e (bu terimin yerine burada ‘heteronormatif ikili cinsiyet rejimi’ koyabiliriz) ‘bu alanı düzenlemeyemezsin veya sınırlayamazsın’ denmemekte; eşcinselliğin de bir “yönelim” olduğu ve bu bağlamda “doğal” olduğu için korunması gerektiği söylenmektedir. Gerçekten de, bu cinsel yönelimin doğuştan gelmesi fikri, bu fikrin kitleselleşmesine çok büyük alan açmaktadır. Bu argüman ile karşılaşan kişiler doğru bilginin nasıl üretildiği, kişiyi oluşturan şeylerin varlığı veya bu argümanın meşruluğu hakkında bir karşı çıkış veya çelişki ile karşılaşmamaktadır. Tercih değil, yönelim argümanı, sadece burada neyin doğal veya hür irade olduğu konusunda yanlış bir kategorizasyon yapıldığını iddia eder. Bu anlamda gerçekten etkili olduğunu gördüğümüz bu savın geçtiğimiz on yıllarda hem ülkede hem de özellikle batılı dünyada nasıl dönüştürücü bir etkisi olduğunu pekala görebiliriz; ama bir yandan da giderek “Velev ki tercih!” diyebilme gücümüzü bu sav ile kaybetmekteyiz. Fertlerin cinsel ve/veya romantik olarak arzuladığı kişilerin belirleniminin tercih değil yönelim iddiasında bulundukça, hem cinsel ve romantik ilişki kurmanın doğallığını kitleselleştiriyoruz, hem de bunun doğal olduğuna dair anlatıyı daha da büyütüyoruz. Bu anlatı ile doğallaştırmaya katıldıkça iktidarın bu alandaki söz hakkını da, zımnen de olsa, kabul ediyoruz. “Velev ki tercih” demediğimiz her an; “heteronormativite toplumsal inşa” diyemiyoruz, Netflix’ten çok daha önce -çocuk masallarından, büyük masallarına- anlatılar heteroluğa özendiriyor diyemiyoruz.
           “Born this way” argümanı ile; hem heteronormativitenin temellerindeki ikili cinsiyet rejimi, eşcinselliğin doğal olduğu iddiası ile farklı bir varoluş imkanı sağlanarak daha da güçlendiriliyor, hem de ikili cinsiyet rejiminin doğallığı iddiasının kapsadığı alan, bu sağlanmış olan farklı varoluş imkanı ile daha da büyüyor. Bu doğallık iddiasının bir başka görünümü ise günümüzdeki transaktivizmin önde gelen argümanı, “doğuştan gelen, herkesin içinde olan, subjektif bir his olarak toplumsal cinsiyet kimliği” ile oluyor. Bu aslında transaktivizm yapılırken söylenen argümanlardan sadece biri. Bütün transaktivizmin bu iddiayı savunduğunu söylemiyorum; ama şimdi yapılan tartışmanın aktörlerinin söyleminde başat rol üstlenen bu iddia iken Anglosakson dünyada da şu an en yaygın söylemlerden biri yine bu iddiadır. Bu iddianın yönelim konusunda belirtildiği gibi bilginin neliğini veya varlığın nasıllığını tartışmaması yahut sorgulamaması bu kadar çabuk ve kolay kitleselleşmesini sağladığı söylenebilir. Ayrıca hem yönelim hem de doğuştan sabit cinsiyet kimliği iddialarının ikili cinsiyet rejimi üzerine sorgulamaları da, yine yukarıda sunulan bağlam üzerinden düşünüldüğünde, sınırladığı ifade edilebilir. Bu yaklaşımın iddiasına göre, toplumsal cinsiyet kimliği doğuştan ise modernitenin kurumsallaştırdığı hür irade alanında olamaz ve “doğal” olduğu için de korunması gereken bir haktır.
            Bu kurama göre; kişiler: “Bende doğuştan gelen böyle bir his yok” diyemezler. Bunu söyleyebilmeleri atanmış cinsiyetleri ile uyumlarından gelen ayrıcalıklarından kaynaklanır. Eğer doğuştan gelen sabit cinsiyet kimliği olmayan kişiler olsaydı bunun doğallığı sorgulanabilir olacaktı. “Agender” ya da “genderfluid” gibi kimliklerin sabitliğin veya ikili cinsiyet rejiminden üretilen spektrumun dışında kalan ve yine doğuştan hissedilebileceği belirtilen toplumsal cinsiyet kimlikleri olduğu belirtilse de, bunların hepsinin ortaklaştığı kısım bu kimliklerin de sabit ve doğuştan olduğu ve kendilerini de yine ikili cinsiyet rejimi üzerinden üretilen bir spektruma göre tanımladıklarıdır. Ayrıca bir kişinin beyan ettiği kimlik her değiştiğinde bunun geriye doğru bir etkisi olur ve aslında doğuştan beri o yeni beyan ettiği kimlik onun olmuş olur. Herhangi bir an itibariyle beyan ettiği kimlikten önce sınırsız sayıda farklı kimlik beyan etmiş olabilir; ama bunlar hissettiği şeye denk gelen kavramı bilmediği veya bu kavramsallaştırmayı yapamadığı için düştüğü bir hata olarak addedilir ve o an verdiği beyan her zamanki beyanı haline gelerek, eski beyanlarını iptal eder. Toplumsal cinsiyet kimliğini hissetmeme şansı olmayan ve hissedilmesinde de değişiklik olamayan; ama hatalı adlandırılabilecek kadar sabit bir şey olarak tanımlanması toplumsal cinsiyet kimliğinin toplumsal alanın dışında olma zorunluluğunu doğuruyor. Eğer toplumsal alanın dışında olmasaydı, böylesine bir sabitliği olamazdı. İkili cinsiyet rejimine dayanarak kurulan bu cinsiyet kimlikleri spektrumu kullanılarak kişilerin doğdukları anda sabit bir cinsiyet kimliği kadın/erkek ikiliğine sınırlı değildir deniyor; ama üretilen şey spektrumun bu ikili cinsiyet rejimi üzerinden kendini var ettiği gözden kaçırılıyor. Yani diğer bütün kimliklerin varlığı da yine kadın/erkek ikiliğinin zaten var olmasına bağlı kalıyor. Kadın ve erkek ikiliğinin iki uç olduğu bir spektrum ile üretilen bu çoklu kimlikler, sadece bu ikilik var olduğu halde olabildiğinden; aslında bu spektrum ikili cinsiyet rejimine meydan okumayıp ona yeni bir var olma biçimi sunarak güçlendiriyor.
             İkili cinsiyet rejiminin yukarıda anlatıldığı şekliyle güçlendirilmiş bu yeni biçiminin doğallık iddiasını kendisine katan bu toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan itibaren var olan ve içten gelen bir his olduğu argümanı, doğuştan gelen bu şeyin ne olduğuna verdiği cevapta yine kendisine gönderme yapar. Bu argümanın cinsiyet kimliği tanımında yine cinsiyet kimliği geçer. Üstüne kişilerin bu tanımda yer aldığı şekliyle içlerinden gelen bir cinsiyet kimliği hissinin olamayacağı iddiası üzerinden, cinsiyet kimliğinin ne olduğunu anlamak en azından toplumsal alanda mümkün görünmemektedir. Tanım açıkça “toplumsal cinsiyet kimliği, kişinin içinden gelen toplumsal cinsiyet hissidir” demektedir. Hal böyle olunca da cinsiyet kimliğinden bahsedilirken sanki aşkın bir varlığı olan bir şeyden söz edilmektedir. Şöyle ki, eğer bu iddia edildiği gibi herkeste olan bir şey ise ve yukarıda açıklandığı üzere bu hissedilen şeyin toplumsaldan bağımsız olması gerektiği düşünüldüğünde; yeryüzünün ve toplumun dışında kendiliğinden varlıkları olan bu spektrum içerisinde sınırsız sayıda cinsiyet kimliği vardır. Her ne kadar sonsuz miktarda olsa da, hepsi tek tek sabittir; çünkü kişinin doğduğu andan itibaren sahip olduğu bir şey olmasının başka bir imkanı olmadığı gibi, toplumsal olandan ayırmadan da doğuştan var olamaz. Burada düşülmesi gereken bir not da spektrum ve sonsuz sayıda cinsiyet kimliğinin ikili cinsiyet rejimini yıkmadığı, beslediğidir. Spektrumun kendisi iki karşıt olarak zaten kurulan kadın ve erkek arasındadır. Bir tarafında en erkek, diğer tarafında en kadın olan spektrumun içinde veya bu ikilik üzerinden tanımlanan konumlarda hareket edebilme imkanı tanınan kişilere; bu spektrum içinde sabit duramama zorunluluğu gelmektedir. Bu düşünüldüğünde, söz konusu spektrumu var eden şeyin ikili cinsiyet rejimi olduğu görülür. Spektrum, ikili cinsiyet rejimi olmadan var olamaz ve ikili cinsiyet rejimine yeni bir varoluş imkanı sağlar. Bunun ürettiği soru o halde şudur: “Eğer cinsiyet kimliği toplumsaldan bağımsız ve aşkın olmasa kişi nasıl buna nasıl doğuştan sahip olabilir ve/veya subjektif olarak içinde hissedebilir?”

             Toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olan ve kişinin subjektif olarak içinde hissettiği fikrinin doğallık kaynağını aşkından alması, ayırıcı özelliği meşruiyetin yeryüzünden gelmesi olan modern siyasette meşru bir fikir olmadığı pekala söylenebilir; ancak modern siyasal iktidar böyle esnemelere zaten kapısını çoktan aralamıştır. “İnsan onuru” gibi aşkın bir göndermesi olan “İnsan hakları” nasıl meşru görülmekte ise, bu aşkın kaynaklı doğallık iddiaları da kendine yer bulur. “Ulus miti” gibi modern egemenliği meşru kılmak için üretilen ezelilik ve ebedilik anlatıları, zaten bu aşkın göndermelere kapı aralandığından beri kendilerine yeniden daha güçlü şekilde yer bulmakta ve günümüzde aşkın olana yönelen kitleselleşmiş siyasi hareketleri tekrar güçlenmiş olarak görmekteyiz. Günümüzün milliyetçiliğinin ifadelerine bakılırsa yüz yıl öncesinden farklı olarak aşkın kavramlara ne kadar daha çok gönderme yapıldığını fark edebiliriz. Modernite, egemenliğini meşrulaştırmak için kurduğu sabit ezeli-ebedi mitlerin tuzağına(ulus miti gibi) kendisi düşmektedir (Bu paragraf anlam alanı aşırı genişletilerek artık hiç bir anlama gelemeyen o ünlü kelime, “Neo-liberalizm”i yazmayarak ücretsiz solcu puanlarının kaçırıldığı yer).

            Cinsiyet kimliğinin insanların içinden gelen subjektif bir his olduğu iddiası ile de ulusun modern inşası gibi bir anlatı kurgulanmakta. Bu kimlikler, modern siyasi iktidarın egemenliğinin meşruiyetinin geldiği yer gibi ezeli ve ebedi olmaları üzerinden kutsanmaktadır. Aşkına atıf yapan bu görüşün diğer ifadelerinde de yeryüzünden olmayanla meşruiyetini kuran pre-modern düşüncenin diğer birçok yöntemi de görülmektedir. Bu örneklerden belki en barizi din gibi hareket ettiği cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğunu savunanlarda da görülmştür. Feminist düşüncedeki “karşılıklı öğrenme”nin yerine cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu ve içten gelen bir his olduğu argümanını savunanlar tarafından “öğreticez” konmuştur. Bu öğrettikleri kişilerin aslında neyi bilip, neyi bilmediklerini bile “öğretenler” çok daha iyi bilmektedir. “Öğretenler”in bilgisi toplumunun dışında bir varlığı olduğundan kutsaldır ve bu bilgi ile medeniyet daha “ileri”ye taşınacaktır. Geleceğin ve tarihin doğru tarafında olmanın bilgisine sahip olduklarından, bu bilginin önceden sahibi olan kişiler olarak kendilerini bu bilgiyi bilmeyen kişilere göre daha yukarıda konumlandırdıklarından ilişkilerini de bu yukarıdan bakışla kurarlar. Bu şekilde ilişki kurulduğunda, cinsiyet kimliğinin aşkın bir varlığı olduğunu ileri sürenler, kadınları aşağılarken sıkça kullanılan “kezban” deyimi gibi sürekli sınıfsal, entelektüel ve çeşitli şekillerde aşağılamayı o kutsal bilgiyi sloganlarla tekrar ederek öğretecekleri kişilere hitap ederken kullanırlar. Toplumsal cinsiyet kimliklerinin aşkın bir sabit olduğu düşüncesine samimi şekilde inanan insanların; var olduğunu kabul ettikleri aşkına inançlarını tek doğru bilgi olarak görmesinde, bunu herkese yayması gerektiğini düşünmesinde ve buna inanmadığı için kendilerinden aşağı gördükleri bu kişilere bilgilerini öğretecek olmasında aslında şaşılacak bir şey yoktur. Kolonyal güçler de diğer coğrafyalara medeniyet götürdüğünü söylerken bir yandan cizvit misyonerler, sömürülen coğrafyalardaki o kişilere yardım ettiklerine samimi şekilde inanarak, Hristiyanlığı öğretiyordu. Toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştanlığını savunanlar, ileri ve yeninin kutsal bilgisine sahip olduklarından ve gelecek düzenin temsilcileri olduklarından karşılarındaki insanların eski rejimden kaynaklanan ayrıcalıklarını(akademisyenlik gibi) ön plana çıkarmaları; söyleneni sırf söyleyen kişinin konumu üzerinden yok saymaktır. Medeniyeti getiren misyonerin kabilenin eski büyücüsünü geri kalmanın sebebi olarak görmesinde ‘kesişimsellik’ nerededir?

           Aşkın olan, toplumsalın dışında kendini var ettiği için aşkına dayanan düşünce de pekala toplumsalın dışından gelen göndermelerle konuşulur. Tartışan tarafların kimisinin akademisyen kimliği üzerinden yapılan “teori ve pratik ayrımı” iddiası da aslında bundan bağımsız değildir. Gerçekten de pre-modern bir düşünce kendini sıklıkla bu ayrımın ortasında bulur; çünkü bu düşünce bilgisinin gerçekliğini iddia ederken yeryüzüne değil, aşkına atıf yapar. Halbuki modern düşüncenin ayırıcı özelliği, ilgili düşüncenin meşruiyetini aşkından değil, yeryüzünden almasıdır. Ne de olsa modern düşüncenin doğuşu, iktidarı göklerden yeryüzüne indirme ile gerçekleşir. Yine bu aşkına dayanmanın bir sonucu olarak, toplumsal alanda geçerli argümanların kurulmasına gerek yoktur. Aşkın olanın gerçekliği zaten yeryüzünde değildir, burada tartışılamaz. Tanrının varlığı nasıl verili bir bilgi ve onun varlığından yahut emirlerinden sual olmaz ise, burada da sırf aşkın varlığı olduğu için sorgulanamayan bir varlık olarak cinsiyet kimliği ile karşı karşıyayız. Aşkına ilişkin sorgulayamama bir yasak şeklinde kendini göstermez. Aşkın bir varlığı olan bir şey zaten varlığına içkin olarak sorgulanabilir bir niteliğe sahip değildir; çünkü sorgulama davranışına konu olamaz. Buna bağlı olarak argümanlar yerine daha çok slogan kullanıldığını cinsiyet kimliklerinin doğuştan olduğunun iddia edilmesinde görüyoruz. Tıpkı bir kökten dinci -doğru veya yanlış olarak- tartıştığı sırada argüman oluşturmak yerine, “Bak kutsal kitapta yazıyor” der veya bir argüman kurarsa ve bunun atfı zaten o kutsal metine olursa; burada da aynı şekilde zaten sabit bir gerçeklik olduğu önceden kabul edilmiş ve tartışılamaz olana atıf yapan sloganlar ya da bunu tartışmanız halinde dahi geçerli olmayacak argümanlar kullanılır. Ortada bir önkabul vardır ve bu kabul dışına çıkılamaz. Çıkılabildiği anda zaten konuşulan şey yeryüzüne indirilecek ve kutsallığını, aşkınlığını yitirecek olduğundan başka bir şey konuşuluyor olacaktır.

             Cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu iddiasında da, yukarıdaki din örneğini gibi var olan önkabul toplumsal cinsiyet kimliğinin kendinden menkullüğü ve sabitliğidir. Halbuki cinsiyetin bir toplumsal inşa olduğu gerek feminist gerek queer teorinin içinde nicedir söylenegelir. Çoğunlukla burada bir anlam karmaşası başlıyor. Bir şeyden “toplumsal inşa” olarak bahsedildiğinde “sözde” olduğundan yahut “maddi olmadığından” değil, tam tersi aslında ne kadar gerçek olduğundan toplumsal olduğundan ve yeryüzünde olduğundan bahsediyoruz. Üstüne bu kavramı “doğal olan”dan ayırıp, siyasal ve toplumsal bir alana sokmuş oluyoruz. Toplumsal inşa olduğu söylenebilen bir başka kavram olan milleti/ulusu düşünelim. Kurumsallaşmış siyasi iktidarın coğrafi sınırları içindeki kişileri ortaklaştırmak için ürettiği mitlerle ezeli ve ebedi olarak kurduğu bu anlatı, fiili hayatla doğrudan doğruya çelişen soyut bir millet atar ortaya. Bunun soyutluğu üzerinden, bunun sözde olduğunu iddia ederek, argüman kurulduğunda ise etnik ayrımcılığa karşı kör bir pozisyonda kalırız. Tam tersi olarak ise tolumsal inşanın bir gerçeklik olduğu bilgisi ile etnik ayrımcılığı görebiliriz. “Bunlar hep toplumsal inşa ya” derken aslında, bu gerçekliğin olmadığını iddia etmek ezilen ulusun uğradığı ayrımcılığı yok saymak olacak olduğundan, buradaki ezen-ezilen ilişkisini de yok saymış oluruz. Yok sayarak da bu ezen-ezilen ilişkisinin yıkımına dair politika üretmek pek tabii olarak mümkün olmayacaktır.

              Queer politikanın oldukça ilgilendiği bir başka toplumsal inşa olan engellilikten bahsedersek, ulus üzerinden verileceklere göre daha net örneklendirilebileceğini düşünüyorum. Bedenlerinin “normal” görülenden farklılığı üzerinden yapılan ayrımcılıkları bu toplumsal inşayı oluşturan maddi gerçeklikten ayrı düşünemeyiz. Engelliler üzerinde kurulan tahakkümde araçsallaştırılan motifleri eril tahakkümde veya etnik tahakkümde de pekala görebiliriz; masumiyet, meleklik, muhtaçlık gibi. Bu tahakkümün bir parçası olarak mekanların bedensel farklılıklara göre tasarlanmaması veya kurumların erişilebilirliği hesaba katmayan uygulamaları gibi madden karşılığı olacak şekilde bu kişilerin hayata eşit ve özgür katılımı ya engelleniyor ya da zorlaştırılıyor. Bu ayrımcılığı üreten şey, bedensel farklılık değil, toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenişidir demek toplumsal inşacı bir konum almaktır. Bu bedensel farklılıkları yok saymak değil, tam tersi onları görmenin söylemini üretir ve bu sayede bunla mücadele edebilecek bir siyaset alanı açar.
Belirli bir bedensel farklılık için ise farklı bir kavramlaştırma konusu; cinselliğe ilişkin fark. Bu konuda öylesine doğallaştırılmış bir tutum var ki, interseksler buna çok bariz bir örnek oluştururlar. İntersekslerin bedenleri, hangi ameliyatın kolay olacağı gibi akıl almaz sebeplerle uygulanan tıbbi müdahaleler ile ikili cinsiyet rejimine uygun hale getirilmeye çalışılır. Cinsel fark, yukarıdaki engellilik örneğiyle paralel şekilde normal insan olarak görülen erkek bedenden sapan bedenler üzerinde kurulan tahakkümü üreten maddi gerçekliktir. Bunun üzerinden toplumsal olarak inşa edilen patriarka ise kendi meşruiyetini güçlendirmek için heteronormatif ikili cinsiyet rejimine dayanır. Queer’in, belki de, en yaygın özetlendiği şekli olan “kimliksizleşme” ise zaten bu farklılık üzerine odaklanmadan fiilen mümkün olabilecek bir şey değildir. Bu toplumsal olarak üretilen eşitsizliğin çözülmesi ise bedenin kendisinden ayrı değildir. Bu anlamda queer maddi olanı reddetmez, tam tersi bunun üzerine bina edilebilir. Feminizmde ise zaten “kadın doğulmaz, kadın olunur” denirken de bu şekilde toplumsal olarak inşa edildiğinden bahsedildiğini anlamaktayım. Bu bağlamda kromozomların, genlerin, cinsel organların kadınlığı veya erkekliği toplumsaldır. Kendiliğinden kadın cinsel organı olamaz. Toplumsalın dışında bu kavramlar yoktur; çünkü bu bedensel farkı “cinsel fark” olarak kuran ve buna bağlı bu kimlikleri üretenler de toplumdur. Cinsel organlar maddi gerçeklerdir; ama toplumsal ve tarihsel bir bakış açısı içerisinde anlamlandırılırlar. Bu anlam maddi ilişkiler ile üretilen cinsiyetler arası hiyerarşi, yani patriyarka tarafından üretilmiştir. 
 
              Feminizmin ve queer’in cinsiyet kimliklerini toplumsal görmesine karşılık olarak, yukarıdaki bahsedilen toplumsal cinsiyet kimliklerinin doğuştan olduğu argümanı zorunlu aşkınlığı sebebiyle toplumsal alanda cinsiyetin varlığını kabul edemez. Burada cinsiyetin ne olduğuna dair bir temel çatışma, aynı düzlemde konuşması mümkün olmayan taraflar ortaya çıkarmaktadır. Bir başka çatışma da aşkına gönderme yapan ve yapmayan cinsiyet kimliği tanımlarının neyin kadınlık/erkeklik olduğuna dair anlayışlarının farklılığından doğmaktadır. Gerçekten de kadınlık/erkeklik kendinden menkul kimlikler ise “kadın kromozomu” ya da “erkek cinsel organı” dendiğinde bu tanımlamalar da toplumsalın dışına çıkarılacaktır. Cinsiyet kimliğinin içeriden gelen subjektif bir his olduğuna samimi bir şekilde inanan insanlar, ister istemez feminist veya queer söylemden başka şekilde bunu anlayacaktır; çünkü cinsiyet kimlikleri burada adeta sesteş kelimeler haline gelmiştir. Kadın, erkek veya diğer cinsiyet kimlikleri başka anlam alanlarını göstermektedir. Feminist ve queer söylemin karşısında, toplumsal cinsiyet kimliğini aşkın bir yerde tanımlayanlar, aşkın tartışılamayacak bir konumda olduğundan ve aşkınlık içkin bir kutsallık ürettiğinden; kendini inancı yok sayılan biri olarak görür. Bu inancına, dolayısıyla da kendisine bir saldırıdır. Feminizm ve queer içine tıkıldığımız mavi ve pembe kutuların toplumsal olduğunu ve onların içinden çıkmamız gerektiğini savunurken, toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğunu iddia edenler bu kutuların doğallığını ve herkese uygun sınırsız sayıda kutu olabileceğini söylemekte, bu sebeple aynı bağlamda dahi buluşulamamaktadır.

             Cinsiyet kimliğinin toplumsal inşa olması toplumsal cinsiyet kimliği doğuştandır iddiası ile şu şekilde taban tabana zıtlaşır. Kimse için doğuştan basketbol oyuncusu demeyiz. Bir kişinin uzun boylu olması, çevik olması, kas gelişimi vs., gibi bir şekilde basketbol oynamaya yatkın özellikleri pekala olabilir. Bu benzer özelliklerin,yine bu özelliklerin fayda sağlayacağı diğer alanlarda da başarılı olma ihtimalini arttıracağı pekala söylenebilir. Yalnız toplumsal bir olgu olarak basketbol ve basketbolcu olmak doğuştan sahip olunabilecek veya hissedilebilecek bir şey değildir. Yukarıda verilmiş etnisite ve engellilik örnekleri için de pekala doğuştan gelen bir his olmadığı söylenebilir, cinsiyet kimliği de bundan azade değildir. Siz hiç “Ben kendimi doğuştan Japon hissediyorum ve bu subjektif hissimin siyasal alanda korunması gereken bir hak olduğunu düşünüyorum.” diyen biri ile karşılaştınız mı? Toplumsal olanın fertlere etkisi maddi hayatta olur ve iktidarın davranışları karşısında dezavantajlı gruplar, normlara aykırı olanlar bunu içlerinde gayet subjektif olarak ve fazlasıyla hissederler; ancak bunun toplumsalın dışında bir kendiliğindenliği olmadığı gibi, aksine toplumsal hayatın ürettiği statülerin sonucudur.

             Eğer cinsiyet kimliği subjektif ve kişinin içinde hissedilen bir şey ise dışarıya yansımasının tek ölçütü beyandır. Toplumsal cinsiyet kimliğinin doğuştan olduğu düşüncesinde zaten beyan dışında cinsiyet kimliğinin bilinemeyeceği ve tek ölçütün beyan olması gerektiği de belirtilmektedir. Yani beyan bunun dışavurulabilir tek şekli, tek ihtimali ise ve dış dünya bunu başka türlü bilemiyorsa; bir kadın sadece erkeğim diyerek hayatı boyuncu yaşadığı eril tahakkümden sadece bu beyanı ile kurtulabilir mi? Kurtulabiliyorsa bu tahakküm müdür? Hangi iktidar tanımı kişilerin istediği anda bu iktidar yapısından çıkmasına izin verir? Eğer bu beyanın “yalan” olması ise problem, yani aslında bunu söyleyen kişinin subjektif cinsiyet kimliği beyanı ile örtüşmediği için mi bu yaşanıyor? Örtüştüğünde yaşanmıyorsa(ki bunun deneyini yapabilmek mümkün değildir), mesela trans erkekler, erkekliğin tanımlandığı kaygan zeminde sürekli kendilerini tekrar erkek olarak kanıtlamak zorunda olmuyorlar mı? İsteğe bağlı olarak ezen veya ezilen olunabilen bir tahakküm yapısı, bir iktidar şekli mümkün olamayacağından, eğer cinsiyet kimlikleri arasında beyan ile geçiş yapılabiliyorsa ne patriyarkadan ne de ikili cinsiyet rejiminden bahsedilebilir. Dış dünya ile ilişkisi sadece beyan ile olması toplumsal statünün mümkün olmaması dışında, böyle bir politik sorun da ortaya çıkarıyor. Bizi patriyarkayı yok saymaya götürüyor Ayrıca deminki örnekteki “yalan” veya genel olarak translara yönelik “sahtelik” iddiaları sadece bu cinsiyet kimliğinin subjektif tanımı halinde mümkün olabilir. Toplumun belirlediği bir toplumsal statüye ilişkin “sahtelik” iddiası, en azından o toplumsal statünün belirlendiği norm açısından o statünün sahteliğini tanımı gereği üretemeyecektir. Zaten toplum ilgili ferdi o statüye sokmaktadır, statüyü ilgili toplumsal norm üretmektedir. Sahtelik iddiasının olabilmesinin tek yolu bu beyana dayalı subjektif cinsiyet kimliği hissi argümanıdır. Transların sürekli karşılaştığı “sahtelik” veya “pass olma/olmama” baskısı cinsiyet kimliklerinin içten gelen subjektif his olduğu iddiasından beslenir.

             Cinsel farkı öne çıkarmak; bu farkı verili ve değişmez görmek değildir. Tam tersi kurulan ikili cinsiyet rejiminin yıkılmasını önünü açar bize. Artık pembe ve mavi kutulara tıkılmamanın yolunda ise bu kutuların toplumsallığını reddetmemek yatar. Bunu reddeden gruplar deyince akla yurtdışında “incel” vb., gruplar geliyor ve bir benzerini de ülkemizde nafaka zombileri vd., gruplarda sıkça görmekteyiz. Bu gruplar kadın dendiği için ayrımcılık yapıldığını ve insan denmesi gerektiğini savunmaktalar. İnşanın sözdeliği ve dezavantajlı grubun toplumsal statüsünün reddi burada ortaya çıkar. Cinsel fark ve üstüne bina edilmiş hiyerarşi yok sayılır. Yukarıda açıklandığı üzere patriyarkayı ve cinsiyet kimliğinin bir toplumsal statü olduğunu yok sayma kabul edilirse, olmayan statünün siyaseti de olamayacağından, mücadelesi de olamaz.

             Bir toplumsal statü olarak cinsiyetin/toplumsal cinsiyet kimliğinin, fertlerin subjektif hisleri ile belirlendiğini söylemek de bunu tahakkümün olmadığı bir alanda kurmak olacaktır. Şöyle ki; zaten ikili cinsiyet rejimini bize burada seçme hakkı vermemektedir. Kişilerin patriyarkanın koyduğu normlar dışında hareket edebilme özgürlüğünün ve bu rejimin yarattığı eşitsizlikleri hakkaniyete kavuşturmanın mücadelesi olan feminizm ve genel olarak kimliklerin ürettiği normların iktidar ilişkilerini zorunlu kıldığını söyleyen queer, eğer bu statülerden sadece kişisel hislerimizle veya bu hislerin beyanı ile çıkabiliyor olsaydık anlamsız olmaz mıydı? Erkeklik ve kadınlık zaten bize zorlanan değil, kendi hissettiğimiz şeyler ise bu nasıl bir iktidar oluşturabilir?

            Toplumsal statü olarak cinsiyeti seçemiyor olmayı bir gerçeklik olarak ifade etmek, bizi bu kutuların içine sıkıştırmaz. Hiç bir fert tek başına o zaman ve mekanın soyutlanmış ideal cinsiyet kimliğine karşılık gelmiyor, zaten gelemez de. Aşkın varlıkları olmayan bu kimlikler davranışları belirlemediği için bu düzen zaten değişmeli diyebilecek iken, patriyarka ile neredeyse eş anlam alanını gösterecek kadar iç içe geçmiş ikili cinsiyet rejiminin kendisi, bu kimlikleri ve kimliklere bağlı roller ile hiyerarşiyi kuruyor. Kişinin cinsel organı bebekle mi arabayla mı oynayacağından ev-içi emeği kimin üstleneceğine kadar belirlememeli demenin mücadelesini vermek bu kimlikleri ve dolayısıyla bu tahakküm düzeninin yıkmanın mücadelesini vermektir. Kadınların saçı uzun, erkeklerinki kısa olurun karşısında durmak var iken, bütün bu rolleri değişmez kabul etmek bunları siyaset alanının dışına itmektir.

             Bu tartışmanın önemi izleyeceğimiz siyasi yöntemi de belirleyecek olmasındadır. Cinsiyet kimliklerine dair tek bir anlatı üreten cinsiyet kimliğinin doğuştan gelen ve subjektif bir his olduğu iddiası, doğru siyasi yöntemlere erişmemizi engellediği gibi aşkınlıktan gelen genelleştirici tavrı ile fertlerin özgürlüğünün önüne geçmekte. Patriyarkanın kurduğu normları başka bir formda ayakta tutarak, fertlerin farklılıkları ile var olması yerine ismi değişmiş başlıklarda aynı normlar altında ezilmesinin önünü açmaktadır. Siyasi yöntem değişikliği açısından, bunun nasıl büyük meselelerde daha farklı bir boyuta taşınabileceğine dair kendi fikrinizi oluşturmanız için kasıtlı küçük seçilmiş, bir örnek vereceğim. Doğuşta kadın atanmış trans bir youtuber’ın başına gelmiş bir olay bu. Kılık kıyafet yönetmeliğinde cinsiyete bağlı farklılık olan bir kurum düşünün. Kurumda kadınların topuklu ayakkabı ve elbise zorunluluğu var. Halihazırda kurulu olan ikili cinsiyet rejimi çerçevesinde cinsiyet kimliklerine ait olduğu düşünülen kıyafetler bir norma bağlanmış ve bedensel farklılıktan türetilen toplumsal anlamıyla cinsel fark bir eşitsizlik üretmiştir. Kadınlar işe topuklu ayakkabı ve elbise ile gelmek zorundadır. Feminist bir tepki buna cinsiyet odaklı bir ayrımcılık olarak bu kuralın kaldırılması gerekeceği olurken, doğuştan sabit cinsiyet kimliği savunan görüş kapsamında ilgili trans iş yerine kimliğine ilişkin olarak açılmış ve ilgili kıyafet zorunluluğundan kurtulmuştur. Kurumda ise cinsiyet temelli ayrımcılık devam etmektedir. Bu youtuber topuklu ayakkabı giymek zorunda kalmamıştır; ama uygulama aynen devam etmektedir[3].

              Bu siyasi pozisyonun belirlediği yöntem tartışmalarını kişilerin kişisel deneyimleri hakkında atıp tutmamak için kasıtlı olarak uzatmayacağım. Yalnız belki de yine mücadele şekline ilişkin olabilecek bir noktaya değinmek istiyorum. Yakın zamanda bu tartışmaya ilişkin olarak “üslup” kelimesi çok fazla kullanıldı. Ton polisliği gerçekten haklı öfkeyi yok sayan ve yok saydığı için öfkeyi daha da arttıran bir olgu. Fertlerin verdiği tepki içeriğinden bağımsız olarak üslubu ile eleştirildiğinde bilginin nasıl üretildiğine dair toplumsal normlar üzerinden bir sınırlama getiriyoruz. Bu bir epistemolojik baskıdır. Fertler bilgi üretimine katkıda bulunurken üslupları sebebiyle “haklıyken haksız konuma düştüğü” iddia edildiğinde, o fertlerin bilgi üretimine ikna edici yollarla katılması engellenmiş olur. Ben bir üslup sorunundan çok içerik sorunu gördüm.

             İçerik sorunundan bir tanesi bu tartışmaya özel olmayarak kullanılan “homofobik/transfobik” ifadeleri ile bunlar kadar yaygın olmasa da şakayla karışık olarak gelen “tedavi ol” söylemi. Bu kavramsallaştırmanın konuyu patolojikleştirerek sorumluluk alanından çıkardığını düşünüyorum. Nasıl cinsel şiddet uygulayan insanlardan bahsedilirken sapık, pedofili vd., sıfatlar kullanıldığında hayır diyor ve patriyarkayı, iktidar ilişkilerini gösteriyor isek; burada da aynı şekilde kişilerin sorumluluğunu kesen “tedavi olmak” gibi politik alanın dışına çıkaracak kavramlardan kaçınılmalıdır. Bunun yerini adını ya doğrudan ayrımcılık ya da buna gönderme yapan bir söz olarak kurabilmeliyiz.

               Bu tartışmaya özel olarak söyleyeceğim içeriğe dair diğer sorun ise, çoğunlukla içeriğin olmayışıydı. Yukarıda açıklandığı gibi aşkına gönderme yapan düşünce, buna bağlı olarak üretilen düşünceleri ve bunların ifadelerini de aşkınlığa özgü ifade biçimlerine doğru çekiyor. Hakaret ve aşağılamalar öfkenin yansıması olarak bence kabul edilebilecek iken, eğer bunları bilgi üretimi veya aktarımı yahut en azından bir görünümü ile düşünceler takip ediyor ise bu anlamlı olacaktır. Hakaretin yanında bir argüman olmadığında sonrasında atılan slogan ise kimseye hiçbir şey anlatmıyor. Sloganı zaten benimseyen grup içi toplumsal puanları toplamaya yarıyor; ancak bu grubun dışarısında kalan kişilere zaten erişmediğinden veya erişecek bir içerik sloganda olmadığından “aktivizm” anlamında da sınıfta kalıyor. Eğer kesişimsel epistemoloji en yüksek sesi çıkaranın en doğru bilgiyi üreten olduğunu söylemiyorsa, dezavantajlı grupların kaynaklara erişiminin ve ikna edebilecek şekilde kendilerini “üslup” ile sınırlandırmadan ifade ederek bilgi üretimine katılımlarının nasıl sağlanacağının sorularını sormak gerekmez mi?

                Sloganlar, hakaretler ve aşağılamalar yanında bilgi üretimi ile pekala bir öfke ifadesi olarak olacak; ama bunun olamamasının sebebinde bence özcülük yatıyor. Aşkın olan kavramların kişilerin doğuştan cinsiyet kimliği oldukları iddiası ve bu cinsiyet kimliklerinin kendinden menkul olması, bu kimliklerin bir özü olduğunu ve herkesin bir kimliği özünde barındırdığı iddiası ile birliktegeliyor. Özcü yaklaşımda niteliği gereği argüman üretebilme kapasitesi sınırlıdır. Bir şeyin diğerinin özü olduğu bilgisi ve buna bağlı diğer sorgulamaları küfür sayar. Bu sebeple de karşılığı içeriksizdir; çünkü zaten samimi olarak bu özcü yaklaşıma inanan bir insan için bu özün sorgulanması da içeriksiz olarak algılanır. Hatta bu bilginin daha ileri yarınların bilgisi olduğu, tarihin doğru tarafında durdukları veya bu bilgiye inancın kazanacağı da özcü yaklaşımlarda sıkça görülür. Nitekim cinsiyet kimliğinin doğuştan geldiği ve subjektif bir his olduğu iddiasında da görmekteyiz. Siyasi yelpazenin her tarafında çatışmanın kazanılacağının kesinliğine dair sloganlar, bilme yerine inanmayla ve özcülükle omuz omuzadır. Halbuki tarih artan eşitsizlikler ve haksızlıklar ile doludur. Tarihin sonuna gelmediğimiz gibi her ileriye dair olan daha eşit ve özgür olana doğru yahut hakikate doğru gittiğimiz anlamına gelmez. Gerçekten de bu yaklaşım cinsiyet tahayyülünde hakim yaklaşım olacaksa da, kitleselleşmesi ve norm haline gelmesi cinsiyet kimliğinin doğuştanlığı argümanını ne haklı ne de hakiki kılacaktır. Söylenen şeyin sesinin kuvveti veya söyleyenin gücü ile bilginin meşruluğuna inanmıyorsak, bu bir bilgi üretim metodu olamayacaktır.

             Sonuç olarak, ikili cinsiyet kimliklerinin ve bunlara dair rollerin doğallaştırılması ile kendini meşrulaştıran patriyarkaya karşı bir mücadele alanı olarak feminizm ve queer bu kimliklerin sabitleştirilmesi fikri ile pekala taban tabana zıttır. Bu kimliklerin sabitliğini güçlendirmek herkesin bu düzen içinde daha da kapana kısılmasına katkı sağlayacaktır. Kişilerin hayatlarının, ne yaptıklarının, sorumluluklarının, ne giydiklerinin zaten cinsel organlarından veya anatomik özelliklerinden bağımsız olması mücadelesi verilebilecek iken bunları siyaset alanının dışına iten bir argüman, patriyarkanın ekmeğine yağ sürmektedir. “Erkek Fatma” yahut “karı gibi” diye yaftalamalar ile aynı yerden gelen bir argüman olarak kişilerin pratikleriyle ilgili ikili cinsiyet kimliklerinden birine yahut arasındaki spektrumda bir yere ait olduğunu söylendiğinde, ikili cinsiyet rejimi farklı görünümüyle aynen korunmaktadır. Kişilerin hayat pratiklerini özgürleştirmek yerine, sayısız cinsiyet kimliği yine bu ikili cinsiyeti doğallaştırmayı pekiştirdiğinde, sonsuz sabit kimlikler kurulduğunda cinsiyet kimliklerini kişilerin özünde bulduğunuzda aşkına atıf yapan, toplumsal varlığı olmayan bir siyaset çıkar. Bunun hakikatle bağı dışında da, bu anlatı patriyarkanın meşruluğunu sağladığı düzeni güçlendirdiği için besler. Patriyarkanın meşruiyet alanının genişletilmesi translar dahil herkesin hayatını sınırlandıran normların yeni görünümleri ile korunacağı anlamına gelir. Hem hakikat ile ilişkisi hem de siyasi alandaki bu çıkmazı sebebiyle transaktivizmi sadece bu yaklaşıma sınırlamadan düşünebilmeliyiz. Daha önce bu alan vardı, yine olabilir. Transfeminizme dair ve transaktivizme dair yılların birikimi bir çok başka alan da açıyor, bunları sadece bu düşünceye indirgemek akımın kendisine haksızlık olur.

             Kimliksiz ve normsuz bir imkansızlığı düşünmek olarak queer tahayyül, normlara sıkışabilecek bir yerde değil. Bu sabit doğuştan cinsiyet kimlikleri, yeni dışlayanlarını üreterek queer’in hedefinde olan kimlik politikalarından çıkışı değil tam tersi aşkın özü olan kimliklerin politikasını yaparak, bizi daha da güçlü yeni normlar üretmeye götürüyor. Patriyarkanın kendini meşrulaştırdığı ikili cinsiyet rejimi anlatısının karşısında bu an çatışan gruplar bir ortaklık kolayca bulabilir. Bu anlatı karşısında dayanışma ile patriyarkaya beraber karşı durmanın ortaklaştırdığı yerde öğretmek yerine karşılıklı öğrenerek, her zaman aynı yerde olmadan ama yan yana durmayı bilerek mücadele verilebilir. Bu mücadelenin kendisi de zaten ezeli-ebedi meşrulaştırmasına sıkışmayan cinsiyet kimlikleri tahayyülü ile modernitenin de dışında bir siyaset alanı açarak daha özgür veya eşit bir yola yönelebilir.

2 Suç ve cezanın şahsiliği de modernite ile sıkı sıkıya bağlıdır. 20.yy’ın başında dahi cezalandırma yetkisinin aile reisinde olduğu veya cezalandırılanın o ailenin reisi olduğu durumlar var. Kurumsallaşmış siyasi iktidar öncesi ise sorumluluğun ilgili fiilin sorumluluğunun failinden çok, failin ait olduğu cemaate ait olduğu fikri hem formel hukukta hem toplumsal normlarda yaygın olarak gözlenebilir.