17 Aralık 2010 Cuma

Yazmasaydım çıldırır mıydım?

Bilemem ben yılanın zehirli olduğunu sokup, hasta etmedikçe, öldürmedikçe beni. Anlamam ki ben yılandan falan, nereden biliyim zehirli olduğunu sokmadan. Zaten bir yılan soktuğu kadar zehirli değil midir, ne yapsın sokmasa o zehri? Ne fark eder kimseyi sokmasa o zehir, zehirlemek için var ya sonuçta, içinde kalsın diye değil ki yılanın. Tabii ki sokacak seni yılan da, sokmayacak olsaydı hiç olmazdı. Eğer kendin büyüttüysen o yılanı ama, zehri de kendin büyütürsün yılanla beraber, e işte o zaman kendi kendini öldürmüş mü olursun? Bilmiyordun ki zehirli olduğunu, zehirli olsa da sokacağını, habersizce öldürdüm mü kendimi, intihar etmiş olur muyum? Ya sevmişsem o yılanı ihanete uğramış olur muyum, ya da o yılan sonuçta zehrinden şikayet ettim mi ben ihanet etmiş olur muyum? Eh be yılan ne edebiyat yaptırdın şuncacık zehir meselesine, gel sok da bitsin bu hikaye.

2 Aralık 2010 Perşembe

'İYİ' DEMOKRASİ

Günümüzde devlet dediğimizde standart batı demokrasisi kavramı geliyor. Cumhuriyet, ya da bir organının seçimle karar alması meşruiyetini tartışmaktan vazgeçtiğimiz konular oldu. Bunun en büyük kanıtı olarak Sosyal, demokratik, hukuk devleti kavramları iyi ve doğru ile eş anlamlı olarak kullanılmasını gösterebiliriz. Halbuki bunlar liberal politikaların sistemin varlığını sürdürebilmesi için geçirdiği değişimden ibaretti. Kitlelere artık alenen burjuvanın ve mülkiyetin koruyucusu olduğunu söylemekten çekinen bir uzlaşı kültürü olduğundan bahseden liberal tavır ortaya çakıştı. Hatta bu liberal kesimin isteklerinin sol hareketlerle özdeşleşmesi sol hareketi liberal tarafa çekti ve zayıflattı. Liberal Demokrasi artık kendini açıkça ideal toplumsal düzen ilan eder konuma geldi.
Sol hareketin artık devrim isteğinden çıkıp demokrasi içinde iyileştirmeler ve değişimler kovalar hale gelmesiyle demokratik cumhuriyetin temel meşruiyet kavramını oluşturan ulus-devlet mantığını zora soktu. Kimi devletler üstü hukuk normları oluşturma çabası iktisadın da hukukun da küreselleşmesi her devlette bunların benzeşmesine yol açtı. Tabi bu sosyal ve siyasal hayatı da etkiledi. Artık siyasal, sosyal, iktisadi, hukuki sözün kısası her alanda devletler benzeşmeye devam ediyor. Yani bu ulus-devletten vazgeçmeye çalışan arayış bir sözleşme üzerinden meşruiyetin peşinde, peki o zaman ister istemez neden durum bu kadar zorlanıyor da devlet mantığı bu kadar destekleniyor, küreselleşmeye karşı çıkılıyor? Yani devletlerin farklı sınırlara sahip olmasını millet kavramı dışında sadece ortak bir sözleşmeye bağlayabildiğimizi düşünürsek bu sözleşmenin küresel olması gerektiğini sınırların gereksiz olduğunu neden düşünmeyelim ki? Yani ulus-devlet kavramı olmadan birden fazla devletli dünya düzenini nasıl savunabiliriz? Milliyetçilik olmadan sınırların meşruiyetini nasıl sağlarız?
Yani bu bildiğimiz anlamda devletin ve cumhuriyet kavramlarının temelini milliyetçiliğin sağladığını çok rahat söyleyebiliriz. Küreselleşmeye karşı sunulan belki de en büyük argümanın farklılık olduğu düşünülürse eninde sonunda birden çok ulusu içinde barındıran bir devletin diğer meşruiyet temeli de milliyetçilik. Milliyetçilik zaten özünde farklılıklara çok saygı duyan bir fikir olmadığına göre diğer milletlerin hakkı ne kadar korunmaktadır bu devletlerde? Milliyetçilik devletin meşruiyetini sağlamakla beraber devletin kendi içinde de resmi yollardan ayrımcılığın zeminini hazırlıyor. Kendi meşruiyetini korumak için içindeki farklı unsurları yok sayıyor ya da yok edebiliyor. Ya da azınlık kavramı ortaya çıkıyor ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yok sayılarak egemen olan millet diğer unsurlara bazı haklar tanıyor, onlar adına karar veriyor; ama bu pratikte yaşam koşullarını iyileştiren bir hareket olduğundan kendi kaderini tayin hakkını yok saysa da liberal toplum tarafından doğru görülüyor. Yalnız azınlık kavramının başlı başına bir hak kısıtlaması olduğu unutuluyor ya da görmezden görülüyor. Yani milliyetçilik kavramının temel taşı olan ulusun bağımsızlığı yok ediliyor. Bu çelişkiyi yok etmek için etnik anlamda en küçük parçalara kadar bölünen bir dünya çıkıyor karşımıza ya da meşru olmayan iktidarlar.
Buradan o zaman pek rahatlıkla görebiliyoruz ki cumhuriyetin ve liberal demokrasinin meşruiyetini sağlamaya çalışan iki yöntem de çok farklı sonuçlara ulaşıyor. İki sonuç da birbirinden sıkıntılı olduğuna göre belki de asıl sorunu demokrasi ya da cumhuriyet kavramlarında göremez miyiz? Yani bize idealliği dayatılan liberal demokrasinin daha kendi meşruiyetini dahi sağlayamadığını, sağlarsa kesinlikle demokrasinin kendi isteklerinin dışına çıktığını görebiliyoruz. O zaman rahatlıkla söyleyebilmeliyiz günümüzün siyasi sorunları demokrasi içindeki iyileştirmelerle çözülebilecek gibi değil daha çok yeni sistemlere, yeni kuramlara ihtiyacımız var.

1 Ekim 2010 Cuma

Hemen bir üst sokak

Haftanın 5 günü gittiğim bir semt var, İstanbul'un göbeğinde Taksim'den 10dk.da yürüyebilirsiniz çok uzak değil. Hayatın içinde, çoğumuzun girmediği çekindiği umarsızca yanından geçip gittiği: Dolapdere. Görmezden geldiğimiz tanımadığımız hayatlar var orda. Korkunun da en büyük kaynağı bilgisizliktir ya -yoksa niyo korksun insan karanlıktan- çok da kortuğumuz yerler hani. Sırf bu yüzden çok rahatça dışladığımız bir yer, orda yaşanaları görmeyiz, aslında görmek istemeyiz. Önyargılarımızı kapatırız, cahillikle bile suçlamayız onları cahilliğin getirdikleriyle suçlarız nasıl ve neden demeden hiç merak edildi mi nedeni?
Gündem malum "anadilde eğitim", çoğu kişi için tartışılabilcek bir şey bile değil. Şırnak'da bir köy okulunda değil Hacıahmet mahallesinde kampüsümün olduğu mahallede yaşananlar bunlar. 90'yıllardaki köy yakma olaylarıyla gelen zorunlu göç eden ailelerin yerleştiği bir semt burası. Çoğunluğu da Kürt, bir mahalle Siirt'ten, Mardin'den, Diyarbakır'dan, Batman'dan gelenler, daha doğrusu gelmek zorunda kalanlar. İçiçe evler, sokakta sürekli koşturan çocukların yanında çuvallarla pamuk taşıyan küçük çocuklar da var, yoksulluk bariz; ama insanları içiçe sanki hepsi bir aile. Resmi dilleri değil ama; mahalli dilleri pek tabii Kürtçe. Aileler kalabaık 6-7 kişilik, mahalledeki konfeksiyon atölyelerinde çalışan babalar getiriyor parayı. Evde, sokakta Kürtçe konuuluyor; ancak çocuklar okula gittiklerinde karşılarına çıkan dil bambaşka. Türkçe öğrenmeye çalışırken aynı anda dersleri de öğrenmeye çalışan bir çocuk grubu. TRT 6 da kurulmuşken bu inat ne diyor insan bazen. Öğretmemek için bu çaba da kasıt aramamak zor oluyor. Okulda dahi sınıfta, tenefüste kendi aralarında Kürtçe konuşan bu çocukları böylesine zorlamak niye. "Anadilde eğitim" gibi bir tartışma içinde değil çoğu sadece bir şeyler öğrenmek niyetine giren bu çocuklara okula gitmek fırsatı tanınmış; ama öğrenmek fırsatı?
Çocuklar derste parmak kaldıramadıklarından, sorunun cevabını bilse de Türkçe kendini ifade edemediğinden cevaplayamadığından, tuvalete gitmek istediğini bile Türkçe söylemeyip Türkçesi daha iyi olan birinden rica edip o şekilde gittiğinden bahsediyorlar ve daha nice örnekler tabii ki de.
Konuyla ilgili temel sorun belki de bizim o yüksek duvarlı, çelik konstrüksiyon, güvenlikli binada değil de bir üst sokağa çıkıp belki de sadece 25 kuruş fazla vererek çay içmeyişimizden kaynaklanıyor. Kolayca yargılamaktan, bununla beraber gelen hatta aşağılamadan en çok. Haftanın 5 günü aynı havayı solduğun insanlardan kaçarak değil de onlara azıcık olsun güvenemiyoruz, her şeyi tehdit olarak algılayan korku cumhuriyetimizde yaşıyoruz. Çıkmak da istemiyoruz, biz "doğru" yaşayanlar alışkanlıklarımızdan vazgeçme tehdidi yüzünden başkalarının alışkanlıklarına müdahele ediyoruz.
İşte burada Bahçeşehir, vb. gibi kendini şehir üni. diye adlandıran üni.lere inat, Kuştepe'de camından bakınca gecekonduların arasından yükselen Trump Towers'ın gözüktüğü, Dolapdere'den bakınca o evlerin üzerinden yukarıdaki Ciner Medya Grup binasının gözüktüğü okuluma teşekkür ediyorum. Boğaz kıyısında güzel bir semtte değil; hayatın ve gerçeklerin içinde, şehirde, sokaklarda, ve dediği gibi dürüstçe şehir üniversitesi olduğu için.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Referandum

Referandum sonrası yine ulusalcılar çıktı: "Halk cahil zaten", "Bu halka bu yaraşır", "Gidicem buralardan" laflarına. Şu an hayırcı olan partiler geçen seçim 18 milyon oy almışlar, üstüne 2.5 milyon seçme eklenmiş ama 15 milyon hayır çıkıyor, bu hiç bir şey anlatmıyor mu? Oylarını durmaksızın kaybettiklerini anlamıyorlar mı? MHP'nin güçlü olduğu Erzurum'da, Osmaniye'de açıkça evet denmesi halkın artık o kadar da boş olmadığını göstermiyor mu? Eğer bu insanlr bu kadar cahil olsaydı direk kendi partileri hangi oyu diyorsa ona vermezler miydi? Paketle ilgili fikir sahibiler ki oylarını diğer yönde kullanmışlar; çünkü belirtilen şehirlerde MHP'nin güçsüzleşmesi bu kadar bir anda olabilecek şey değil. Halk artık bu statükoculuktan, baskıcılıktan bu uzaklıktan sıkıldı ve o kadar da aptal olmadığını açıkça gösterdi, en azından memur Kemal'den farklı olarak oy atabildiler.
Paketten konuşursak paket oldukça yetersiz, ama pakete şu maddelerde niye değişim yok diye yaklaşmanın anlamı yok çünkü bu anaysanın komple değişmesi gerekiyor zaten. Benim bahsettiğim değişen maddelerdeki değişim de yetersiz; ancak mevcut yasalardan daha iyi olması evet demek için yeterli; çünkü bize sorulan soru bu maddeler mevcutlardan iyi mi değil mi? Evet demek bunlar yeter demek değil aksine yeni anayasa için güvenoyu demek, CHP ve MHP bu işi siyasi bir tartışma gibi göstermeseydi bu paketin hakkı %70'ten aşağı değildi; ancak hayır kazanır ve ya %45+ çıkarsa genel seçimlerde AKP'nin zayıflayacağını düşünüyorlardı ki haklıydılar ancak o kadar hayır çıkması için gerekecek bir durum yoktu, ayrıca kendi seçmenlerinden bile tam oy alamadılar!
Halk kutuplaşıyor kutuplaşıyor diye bas bas bağırıyorlardı, boykotçuların oy kullansa evet atacağını ayrıca tamamen AKP kaynaklı hayırcıları düşününce şu an eskimiş mevcut düzenden memnun olmayan %70'e varan bir kesim var ki buna kutuplaşma pek denmez ki aslında o iki kesim arasında da çok fark yok. KONDA'nın Haziran 2010 tarihli raporuna göre(ki o tarihte yapılmasına rağmen %1.2 ile saptı referandum tahmini) arada çok bir uzaklık yok. 9 soruya 10 seçenek verilmiş ve o seçeneklere 0'dan 9'a kadar puanlama yapmılmış ve partilere göre not ortalaması alınmış. CHP seçmeni'nin ortalaması 3.5, MHP'nin ki 4 BDP'NİN 6 AKP'nin 6.5 çıkmış ki görüşler arası farkın normal olduğunu gösterir bu. Ayrıca anket toplumu üç kesimde incelemiş "Modernler", "Gelenekselci Muhafazakarlar" ve "Dini Muhafazakarlar". Bu iç kesimin not dağılımına baktığımızda ise sırasıyla 3.5, 4.0 ve 7 notlarını görüyoruz. yine makas çok açılmamış. Ayrıca kutuplaşmanın derinliği de çok farklı soruların üç gruba toplanmasıyla incelenmiş: laiklik, hoşgörü, siyasi değişimcilik. Bu üç konuda halkın görüşlerinin radikalliği 1'den 5'e kadar puanlanmış ve Laiklik konusunda çoğunluğun 2-3 bandında, siyasi değişimciliğin ve hoşgörünün ise sivri bir şekilde sırasıyla 3 ve 4'te toplandığını görüyoruz. Yine bu olası bi kutuplaşmanın da derinliğinin çok yüksek olmadığını göstermektedir. Yani "Halkı ikiye böldüler" "Yine 80 öncesi gibi oldu" gibi bas bas bağırmaya da gerek yok, çünkü ortada öyle bir durum yok. Halkı birbirine düşürmek isteyenler asıl bunları söyleyenler olmasın sakın?

1 Eylül 2010 Çarşamba

Radikal'deki radikal değişiklik

Bugün İsmet Berkan'ın gazeteyi bırakmasıyla, Radikal'de yeni bir dönem başladı; herkes İsmet Berkan'ın gazeteyi bırakmasını konuşurken, kimse yerine gelen ismi konuşmadı: Eyüp Can Sağlık. Çoğu kişi kendisini Elif Şafak'ın kocası olarak, ya da 11 günlük Fethullah Gülen mülakatından tanıyor. Teyidini alamamış da olsam edindiğim ilk bilgi kendisinin Türker Alkan ve Haluk Şahin'in görevine son verdiği. Bu iki isim Radikal'deki sosyal demokrat kanadı oluşturuyordu. Radikal'i az satan; ancak her tür fikre yer verilen, okuyucusunun da yazarın görüşünden çok karşısındakinin entellektüel seviyesine göre değerlendirdiği bir gazete olmaktan çıkarmayı mı planlıyor yoksa?Radikal, İsmet Berkan döneminde Türkiye'nin yapay veya popüler gündemi ne olursa olsun; gerçekten önemli olaylara yer veren, olaylara çok farklı açılardan bakan ve bence Türkiye'nin en iyi gazetesi iken Hürriyet gibi bir gazete olmaya mı hazırlanıyor? Hürriyet'in haber koordinatörlüğünü yürüten bu zatın Radikal'de de o tarz popüler haberlerden oluşan tek yönlü bir gazete mi hedefliyor? Radikal okuru genelde Türkiye'nin liberal kesimini oluştursa da, sosyal demokrasiye yakın insanlardır ve SODEP'in kurucularından Haluk Şahin'in bu kişi tarafından gönderilmesi bir tesadüf değil herhalde. Türker Alkan ise yorum sayfasında çıkan yabancı dergi ve gazetelerdeki makaleler kadar düzgün bir üslubu olan ciddi bir entellektüel. Doğan grubu Türkiye'deki her liberali ulusalcılığın karşısında diye AKP'li mi sanıyor da, Gülen sermayesiyle Amerika'da öğrenim görmüş, yıllarca Zaman'da çalışmış bir ismi bu göreve getiriyor. Hanımı Elif Şafak'ın din konusunda bilgili olmaktan çok uzak olduğunu "Aşk" kitabının tarihi, dini ve tasavvufi açıdan yanlışlarla dolu olduğunu günümüzün konuyla ilgili en uzman kalemlerinden olan Dücane Cündioğlu tarafından oldukça sert bir şekilde belirtildiğini de hatılamak lazım. İyi bir gazete okuru olmasam, günü gününe takip etmesem de benim gazetem Radikal'dir, derdim; artık diyemeyecek miyim? Biraz önce bahsi geçen Haluk Şahin, "Ermeni Konferansı"nın iptaline karşı çıkan yazılar yazdığı için yargılanmış bir insan; Eyüp Can Sağlık da Referans'ta Hrant'ın öldürüldüğü gün oldukça sert çıkmıştı; sadece Hrant rüzgarının büyüklüğünden yararlanmak için miydi bu? Umarım Eyüp Can Bey dini görüş kısmından yetişmiş sayılı sağlam aydınlardan biridir; çünkü liberal takılıp kendi içinde özgürlükçü olamayan Taraf okuru olmak istemiyorum; Türk medyasındaki vahim durumdaki en büyük umut ışığım olan Radikal'in bozulmaması dileklerimle.