7 Haziran 2020 Pazar

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı ve Ehlileştirilen İsyanlar

A.B.D.’de George Floyd’un ölümüyle başlayıp, bütün ülkeye yayılan isyan dalgası boyunca, bir çok başka isyanda olduğu gibi, barışçıllık üzerinden bir tartışma aldı başını gitti. Dükkan yağmalayan eylemcilerin kınanması veya “öfkelerini kusmalarının haklılığı” üzerinden savunulması gibi siyasiden çok ahlaki veya belki insani denebilecek düzlemde kalan bir tartışma var. Bir de kimi yerlerde gerek polisin, gerek kolluğun “halden anlar” tavırları yüceltiliyor. Bu ikincisinden de toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı sanki toplumsal bağlamın dışında bir varlığı olan ve kutsal bir değer olarak görüldüğünü görüyoruz. Sonuçta insan hakkı, yani seçtiğiniz yoruma göre “insanın, sırf insan olduğu/insan onuru için doğuştan sahip olduğu haklar”, kavramsallaştırması da bu hakların doğallığına bağlı kutsiyetine dayanıp, bu sebeple de dokunulmaz olmasına dayandığı için bu toplumun dışında varoluşunun buradan kaynaklandığını pekala varsayabiliriz.
 
İnsan haklarının doğal olduğunu kabul edecek olsaydık dahi, tipik bir “is/ought” sorunuyla karşılaşırdık. Yalnız doğal bile değiller, biz primatlar sürü halinde yaşarız. Fiziki gücümüzün kapasitesi gereği de toplumsal yaşamdan önce sürüden ayrılanları kurt kapacağından bir sonraki jenerasyona dayanışmacı olmayan eğilimlerin aktarılamayacağı yüz bin yıllar geçirdik. Buradan dayanışmanın olması gereken olduğu sonucuna ulaşamayız yukarıdaki “is/ought” sorunu sebebiyle; ama bireyden topluma geçiş veya doğa durumundan sivil topluma geçişin sadece kötü bir faraziye olduğunu görebiliriz. Olsa olsa sürüden topluma geçişte bir anı kırılma seçip, o an için sivil toplumun kuruluşundan bahsedilebilir. Çoğunlukla ilk normun bu sürü halinden çıkılan an olduğu haklı bir şekilde var sayılır; ama bu konu bu yazının kapsamının çok dışına çıkar.

 
Konumuza hemen olmasa da adım adım dönersek toplum öncesi bireyler olarak değil, sürü halinde yaşadığımızdan “özgür” bireyler olamayacağını çıkarabiliriz. Bunu biraz daha açmaya çalışırsak; bireylerin aralarında bir sözleşme yapmadan önce sahip oldukları haklar olamaz; çünkü haklar veya özgürlük topluma özgü kavramlar. Sürü hali ile sivil toplum arasındaki ayırıcı farkın da en az bir normun varlığı olmasına değinmiştim(hala bireylerin tek tek var olduğu “doğa durumu” konuşmuyoruz umarım), normun olmadığı yerde hangi etkinliği yapmakta özgür olup olmadığımıza dair bir tartışma nasıl olabilir veya neye hakkımız olduğuna yahut neyin sorumluluğumuz olduğuna? Farkındaysanız bu kavramaların hepsinin içeriğinde dayanılan bir çeşit norm yatar. Bu normun kaynağının neresi olarak görüldüğü, meşruiyetini nerden aldığı çeşit çeşit olsa da, hak kavramının kendisi bir norma atıf yapmadan zaten anlamsız bir ses dizisinden başka bir şey olmayacaktır. Bu sebeple de hür iradeye inanıyor dahi olsanız, olmayan şeyin(konumuzda haklar) korunmasına dair bir irade koymaları da pek tabii ki mümkün olmayacağından, sözleşme öncesi doğal haklardan bahsedilmesi de pek mümkün değildir. Bu bağlamda doğa durumu faraziyesi sürdürülse ve bireylerin iradesi tek tek olsa dahi olmayan şey üzerinde tasarruf edilemeyeceğinden, zaten ilk normla toplum kurulacağından toplumun sözleşme ile kurulması ve bu sözleşme dışında bırakılan / bırakılması gereken / dokunulamayacak haklar da temelsizdir.

 
Peki “Bu insan hakları faraziyesinin, bu hakların böyle aşkınlaştırılmasının bir zararı yok, hatta yararları var, sadece işlevsel bakamaz mıyız?” denemez mi? Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı da bu temelsiz insan hakları faraziyesine dayalı ve bu anlayışın temelsizliği, herhangi bir talepten sonuç almayı imkansızlaştırdığını iddia ediyorum. Şöyle ki; bu anlayışsa göre, haklar toplumun dışında bir varlık olarak zaten varlar. Yani özgürlük, haklar, sorumluluklar toplumda kurulmuyor, kendiliğinden bir varlığı var. Sorun kişilerin o hakka sahip olmaması veya şu özgürlüğü olmaması olamıyor; çünkü adeta büyü gibi bir şeyle doğuştan zaten sahipler. Dünya dışında var olan hakların ve o hakların bedenlerinden bağımsız sahiplerinin de bulunduğu ikinci bir evreni de zorunlu kılıyor. Fiziksel evren dışında bir varlık evrenini, cinler periler için kabul etmezsek “insan hakları” için niye kabul etmeliyiz?

 
Bu noktada, “E iyi ya, kutsal/aşkın/dışrak görülüyorsa tam tersi daha da işlevsel olabilirler.” denebilir. Yalnız sorunun hakkın olmamasından çıkarıldığından; çünkü hakların toplumun dışında kendi varlığı olduğuna değindim ve işlevsizleşme de zaten tam da buradan kaynaklanıyor. Toplumun dışındaki bu haklarla ilişkin tartışmaların içeriği de aşkın bir alanla ilişkileniyor. Toplumun dışında, maddi dünyanın konusu da olamayan haklar kendi başlarına amaç olarak görülüyor. Mesela toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ne anlam ifade ettiği, niye olduğu, nasıl bir araç olduğu değil; bu kutsala erişmek tartışma konusu yapılıyor. Bütün bu kutsal nesnelere(insan hakkı olarak görülen haklara) erişenler de “gerçek insan” olmanın hazzını yaşıyor. Hak mücadelesi, hakkı kazanma mücadelesi olmaktan çıkıp; zaten hakkı olana erişmesi veya hakkın ihlalinin engellenmesi mücadelesine dönüşüyor. Bu insan olma anlayışını, sıkça kullanılan “insanca yaşamak” şeklindeki antroposentrik bakışta görebiliriz. Dahası bu insan hakları inanışı, siyaset başlığında konuşulan meseleler adeta siyasetsizleştirilip, isyan gibi her unsuruyla maddi bir siyasi etkinliği dahi toplumun dışında gördüğünden toplumsalın dışındaki kendi evrensel ahlakı ve benzeri aşkın veya dışrak şeylere atıf yaparak konuşmayı zorunlu kılıyor. 

 
Peki bu nasıl oluyor? İnsan hakları inanışının kendisi de metaetik olarak moral realist. Doğa durumu iddiası ile de naturalist bir realizm perdesi çekiyor; ama bu doğa durumu iddiası yukarıda belirtildiği gibi temelsiz. Bundan da bağımsız olarak, hakları toplumu aşan bir konuma yerleştirilmesiyle zorunlu olarak non-naturalist bir ahlak inanışı halini alıyor. Moral realizmin halihazırda kendinden menkul ahlaki doğruların varlığını savunması da siyasete veya toplumsala bir alan bırakmıyor. Doğrular zaten hali hazırda varlar, sadece buna uyup uymamak bir sorun.
Bu elinde meşaleleri ve dirgenleriyle lordlarına isyan eden köylülerin, fabrikaları yakan işçilerin, tarım aletlerini bozan marabaların isyanını haksız kılıyor. Onlar barışçıl değiller veya haklarının ihlal edildiğini söylemiyor, hak talep ediyorlar yani evrensel doğrulara karşı geliyorlar. İsyanlar, günümüzün ezilenlerin güç alanlarında temsili veya sesi duyulmasından ibaret siyasetiyle de uyan bir biçimde, iktidar yapısını veya muktediri değiştirme yetisini yitiren bir hale sokulmak isteniyor. Zaten bu şekle büründüğünde artık isyan olmaktan çıkıyor. Bunun itirafı da hakkın adındaki “gösteri” yürüyüşünde beliriyor. İsyan, yıkıcı(buna içkin yeniyi yapıcı) hali yerine bir “gösteri” halini alıyor.

 
Polisin eylemleri korumalarını beklediğimiz (nasıl uygulandığından bağımsız olarak) konuya ilişkin normlardan ve tek tük denk gelen bu hukuk normlarına uyumlu uygulamalardan ortaya çıkar. Polisin koruduğu bir isyan kelimenin içini boşaltmaktan başka bir şey olmadığından, bu olsa olsa bir gösteri olabilir, tıpkı bir konserin güvenliğinin sağlanması gibi. İsyan eylemin araç olacağı sonuç değil, eylemin kendisi, yani büründüğü gösterinin kendisi, amaç halini alıyor. Eylem toplumun dışında değerlendirilen bir kavram haline getirildiğinden, toplumsal alana dair maddi bir tartışma yetisi törpüleniyor. Konu eylemin somut amacından, soyutlaştırılmış bir protesto hakkı, yani protesto gösterisi, haline geliyor.

 
Barışçıllık talebine vurgu yapmayan diğer kanatta da öfke ve diğer kimi duyguların kontrollü salınmasına dair bir araç olarak görülme eğilimi de yapılan yorumlarda dikkatimi çekti. Duygular; herhangi bir etkinliği gerçekleştirme istenci olarak görülmeyip, sebep sonuç ilişkisi tersine çevrilirmişçesine kurtulunması gereken, boşaltılması gereken şeyler olarak değerlendiriliyor. Bu söylemde “aksi halde daha kötü olacağı”nın zımnen ifade edildiği kolayca görülüyor. Bu anlayış; kontrollü bir şekilde, yani amaçsız veya amaca ulaşmaya elverişsiz şekilde, salınan duygular ile sistem korunabileceğini düşünüyor. Aksi halde duygular gerçekten sonuca ulaşabilecek bir siyasi istenç olabilir. İzin verelim, bu duygular gösteri yoluyla salınsın. Barışçıl olmasa dahi toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını, insan hakkı olduğu için savunmayı talep eden bu versiyonun daha da kutsallaştırdığı bile iddia edilebilir; ama buna dair benim bir iddiam yok.

 
Yukarıda bahsedilen ehlileştirmelerin sonucunda; mitinglerin/toplantıları siyasi gücü değiştirici işlevi tabii ki de pek kalmıyor. Etkinliğin katılımcılarının ortak anılarının oluşturulduğu, bunun üzerinden bir dayanışma ve birlik hissinin geldiği, katılımcılar ve/veya destekçileri arasında bir ortak kimlik inşası sürecine hizmet ediyor. Ya var olan kimlikleri güçlendiriyor ya da çok daha derinden etkili bir gösteri ise yeni kimlikler ortaya çıkarıyor. Yakalara takılan yeni bir etkiket oluyor. Bu etkikete sahip olanlar olmayanlar arasındaki, o kimlikten olanlar olmayanlar arasındaki, yani daha genel söylersek grup içi ve dışı arasındaki bağın da daha da kopmasına, deneyimlerin farklılaşmasına sebep oluyor. Amaca ulaşma değil, amaç sahibi olma yetisini dahi kaybetmiş bir etkinlikten bahsettiğimizi unutmazsak, bunun çok aşırı bir spekülasyon olduğunu da söyleyemeyiz diye düşünüyorum.

 
Son olarak bulunduğumuz ay nedeniyle Pride’a ilişkin pek de konuşulmayan ve bu gösteriye dönüştürmenin dışında, kapitalizme nasıl entegre edildiğine dair uç bir örnek paylaşmak istiyorum. İsveç’teki veya İsrail’daki artık herkesçe bilinen “pinkwashing” bir yana, Londra’da Pride bir gösteri yürüyüşü değil, bir festival gibi sınıflandırılıyor. Londra Belediyesi, Pride organizasyonundan kira v.b. ücretler alıyor. Buna bağlı olarak da yürüyüş yapmak istenen gruplardan ücret talep ediliyor. Yüz binlerce pound’u bulabilen bu ücretlerin karşılanabilmesi için şirketlerden sponsorluk alıyor gruplar. Sloganınızın yazdığı pankartın yanında, belki daha çok dikkat çeken biçimde, “Barclay’s” yazabiliyor. Dahası kimi gruplar sponsor bulamayıp katılamayabiliyor. Bu bağlamda bakıldığında siyasi özelliğini tamamen yitirmiş, bir gösteriye dönüşmesinin en uç hali yaşanıyor.

 
Sonuç olarak, hem barışçıllığa odaklanan hem de barışçıl olmasa dahi sırf gösteri olarak savunulan bir hak halini aldığında isyan, artık bu şekilde adlandırılamayan, amacı olabilme kabiliyetini yitirmiş bir etkinlik halini alıyor. Siyasi bir etklinlik değil, dualist evrene dayalı bir teolojinin ritüeli oluyor. Gösteriye döndürme de her zaman Londra’daki gibi alenen olmasa da, sosyal medyada “iyi polis” diye övülen videolardan birinde Genesee County Sherifi Chris Swanson nasıl ağzından kaçırıyor: “I wanna make this a parade, not a protest”


14 Nisan 2020 Salı

Symposion'la Karşılaşmalar, Sayıklamalar

Antik Yunan’dan herhangi bir şey okuduğumda sadece “Off ne boş yapıyorlar ya!” tepkisi verebiliyorum. Sanırım felsefeye uzak kişilerin “Felsefe zaten boş yapmak değil mi?” tepkisi ile Antik Yunan’a verilen önemin bir ilişkisi var. Zaten felsefeden çok tarihiyle uğraşan, yazılanın yorumlanmasıdan ibaretleşmiş akademinin kamuyla ilişkisizliği de biraz bu hantallıktan. Neyse, Symposion da öyle bir eser; ama şöyle bir farkla okurken çok eğlenceli. Genel olarak Platon’un sohbet havasındaki üslubu(burada böyle tırnak içinde diyalog yazıp tribe girilir aslında) çok akıcı olmayabiliyor; ama metinde içkili atıp tutan erkekler havası baya baya alınıyor.

Metnin en ünlü kısmı malum(günümüzdeki şöhretinde Coelho’nun büyük payı olsa gerek) androjen insanlara yönelik öfkesiyle Zeus’un insanları ikiye ayırması ve sevginin aslen insanın kendi eşini/benzerini araması olmasına ilişkin Aristophanes’e anlattırılan hikaye. Bu hikayeden kendi çıkardığı ders ise bize oldukça tanıdık.

Hikayede, kişilerin kendisiyle aynı veya farklı cinsiyeti sevmesinin kökeni de böyle bir özleri olduğu iddiasına dayandırılır. Hatta bu yapılırken diğer cinsiyeti sevme ile mantık zincirinde bir boşluk oluşturan aşırı libido da ekleniverir. Yalnız benim değineceğim kısımda erkek seven erkeklerin, bu sevgisinin kimilerince sapkın görülmesinin yanlış olduğunu ve tam tersi bunların özünde daha çok erkeklik olduğunu bu yüzden erkeklere yöneldiği ifade edilir. Zaten metinde kadınlara olan sevginin, kadınlığın daha aşağı görülmesi sebebiyle, küçümsendiği bolca görülür.

Erkeklere olan ilginin o kişinin özündeki daha çok erkeklikten kaynaklandığı ve bu sebeple de daha çok el üstünde tutulması fikri günümüzden, bu coğrafyadan bir deyişi hatırlatıyor, “Erkek adam erkek siker.” Erkekler içi sosyalleşmede homofobinin ısrarlı şekilde kendini göstermesi erkeklik üstüne yazılmış herhangi bir toplumsal cinsiyet çalışmasında zaten görülür. Erkeklik sürekli ispat edilmesi gereken, sürekli ulaşılması gereken bir amaç olarak heteroseksüelliği de içinde barındırır vs. vs. Bu şaka yollu laf da heteroluk üzerinden erkekliğin sürekli kanıtlanması ihtiyacına cevap veren bir işleve sahip. Kendiliğinden bir oluşu tahayyül edemeyince, tekil temelli bir var olma hali öngöremeyince bu rekabetler de düşüncelerin kaçınılmaz parçası oluyor sanki.

İşte bu kendiliğinden oluşun çoğunlukla kenara atıldığı söylenebilecek symposion’da da, sevginin nasıllığı vs. üzerine konuşulurken hangi durumda övüleceği ve güzel olacağı anlatılır. Yani bir nevi meşru olan sevginin ne olduğu söylenir. Pausanias konuşmasının başlangıcında iki Afrodit’ten bahseder, biri göksel(Urania) biri kamusal(Pandemos). Tabii ki de göksel(ilahi?) Afrodit övgü alırken kamusal olan yerilir.

Metinde pek tabii ki kişinin içselliğine olan sevgi övülür, kişinin sabit bir özü olup olmadığına dair tartışma dahi yoktur, üstüne bu kişinin özüne yönelen sevgi ilahi görülür ve bu sebeple de meşrudur. Tıpkı pre-modern siyasetin meşruiyetinin de göklerden gelmesi gibi. Yerilen ise kamuya ait olan, insandan gelen, seküler olan. Sevginin kutsallığı bir zincir halinde kopulamayan, ayrılmanın kötü görüldüğü ilişkilere korunması ayakta tutulması gereken kutsal aşklara ve belki de buradan saygı duyulması gereken, kutsal görülen çeşitli ilişkilenmelere(aile gibi, toplum gibi) götürür bizi.

Meşruiyet yer yüzüne indiğinde kendi zamansallığından(sekülerliğinden) alırken meşruiyeti, bir anlatıyla kendini ispat yükümlülüğü gelir. Ezeli ve ebedi anlatılar üreterek bu zamansal meşruiyetini kurarken belki de eski araçlardan yararlanıyordur; çünkü Aristophanes’in anlatısı da aslında bu ezelilik ve ebedilik iddiasına oldukça yarayabilir. Sevginin meşruiyeti ise modern dönüşümüne geç başlayan ve modernite içinde zirve yaptığını dahi görmediğimiz bir dönüşüm içinde.

Bu dönüşümlerden biri de kapitalist modernitenin maddi şartlarının ortaya çıkardığı serbest flört piyasası ve bu piyasanın ortaya çıkardığı “incel”ler. Flört serbest piyasasının dijital araçları(Tinder vs.) kolay erişilebilir bir cinsel haz iddiası ile ortaya çıkıyor. Günümüzde artan erkek hakları aktivizminin önde gelen toplumsal hareketlerinden incel grupların bu uygulamaların verilerini kendi argümanlarında nasıl kullandığını da görüyoruz. Erişilebilirlik bir tartışma konusu yapıldığı anda liberal bir buna erişme hakkı, adeta bireyci bir fırsat eşitliği de beraberinde geliyor. İşte sevgi nesnesi olmamalarının sebebini bu serbest flört piyasanın beklentilerine, bu piyasanın değerlemesine uygun olmayan bir özleri olduğuna bağlamak da popülerliği giderek artan “incel”liğin başat iddialarından.

Yani görülüyor ki meşruiyet yeryüzüne inerken, kendinden önceki bazı parçaları ya beraberinde almış, alamadığı bazılarını ise bırakmamış; ama halının altına süpürmüş. Ordan burdan pörtlüyor. Toplumsal bir değerlemedeki(flört serbest piyasasında arzu nesnesi olarak değer biçilmesi) konumlanmaları belki ilahi öze dayanarak yapılmıyor; ama yine de kamusaldan çok göksele yakın görülebilecek biyolojik bir öze dayanabiliyor. “Chad” olmaya atfedilen spesifik çene yapısı, bahsedilen “incel” örneğinde buna oldukça uygun.

Diotima ve Sokrates arasında geçen kısmında metnin ilginç bir iddia ortaya atılır. Sevgi daimon olarak tanımlanarak yukarıda bahsedilen ikiliğin ortasında tanımlanır. Burada ortası olmasına vurgu yapmak gerek, dışında veya bütünlüğünde değil. Bu arada derede kalmışlık hali kültürel/toplumsal/kamusal olan ile ilahi/göksel/özsel olanı aynanda barındırabilecek bir belirsizliği hatırlatır. Sanki sürüden topluma geçişin belirsiz ve tahmini noktası olan haram birleşme yasağı/ensest tabusu gibi veya moderniteye geçişte belki de benzer bir noktada olabilecek Machiavelli gibi. Yine de ikilik üzerinden düşündüğü için şeylerin kendi oluşlarındaki farklılığa değil dışsal bir farklılığa atıf yapan bir yerde kalıyor gibi. Zaten penia(yoksunluk) ile poros’un(çare-ilgili yoksunluğun çözümü olsa gerek burada) çocuğu sevginin özünde güzelliğe düşkün olması ifadesi de tam böyle dışsal bir varolmayı ifade etmiyor mu?

İşte bu ikilik, modernitenin saptığı kartezyen yoldan ileri gelir; ama yeryüzüne inmenin tek yolu bu muydu diye sormaktan da öte, şunu dahi sorabiliriz: Hem metindeki hem de verilen incel örneğinde veya sürekli ulaşılmaya çalışıldığı ispat edilmesi gereken erkeklik özünün kabulünde olduğu gibi, bu durumlarda gerçekten yeryüzüne göklerden inildiği söylenebilir mi ki? Yoksa bir ayağımız göklerde, güneşte değilse bile ayda mı? İkilik yeryüzüne inmemize izin vermediyse post-modern derken neyin sonrasından bahsediyoruz, belki de yaşadığımız dünyanın mütehakkim düşünsel evreni hala zirvesini bile görmediğimiz ve tırmanan adına modern denmiş -zamansallığı ile seküler; ama dünyadanlığı meçhul- ikilik düzenidir.